1 Aralık 2023 Cuma

BEDİÜZZAMAN VE HÜRRİYET

 

Bediüzzaman özgürlükleri savundu

“Hürriyet Rahman isminin bir hediyesidir. İnsanın ne kendisine, ne de başkasına zarar vermemesidir. Hürriyet, ancak İslamiyet ve imanla gerçek bir hürriyettir. Bediüzzaman ‘Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır’ der. Hürriyeti imanın bir özelliği olarak görür. İmanlı bir insan kimseye boyun eğmez. Kimsenin istibdadı, tahakkümü altına girmez. Şehamet-i imaniyesi buna engel olduğu gibi, imanından kaynaklanan şefkati de kimseyi tahakkümü altına almaya müsaade etmez. En zalim diktatörlere boyun eğmeyen imanlı insan, öte yandan bir karıncayı dahi incitemeyecek şefkate sahiptir.”

“1400 sene önce bizim dinimiz bu ölçüleri koymuştur. Rabbimiz iman hususunda insanları hür bırakmıştır. Hürriyet en güzel manada Asr-ı Saadette yaşanmıştır. İşte bu nedenle Bediüzzaman’ın meşrutiyeti Şeriat namına alkışlamış, dört halifenin seçimle iş başına geldiği söyleyerek, cumhuriyetin gerçek manasıyla o zaman tatbik edildiğini eserlerinde yazmıştır.”

“Hak ve hürriyetlerin önündeki engellerden birinin de “kutsal devlet” anlayışıdır. Bizde kutsal devlet anlayışı var. Halbuki devlet değil, millet kutsaldır. Milletin hak ve hürriyetleri kutsaldır. Devlet millet için vardır, millete bir hizmet aracıdır.”

“Üstad bedel ödemekten çekinmemiş. ‘Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam’ demiş. İdamı Allah’a kavuşmak için bir pasaport, hapishaneyi medrese görmüş. Sürgünse ‘Vatanın her yeri birdir’ demiş. İnancına ve hürriyetine böylesine sadık bir insana ne yapabilirsiniz ki…”

“Bediüzzaman üç devirde de hiç değişmemiş. Eski Said döneminde milletin hastalıklarına reçeteler sunmuş; Yeni Said döneminde bir iman inkılabı var, çünkü milletin imanına taarruz edilmiş; Üçüncü Said döneminde Risalelerin yeni harfle basılmasını söylemiş, idareye tavsiye ve ikazlarda bulunmuş. Hepsinde görevini yapmıştır.”

1 Mart 2021 Pazartesi

RİSALE-İ NURUN MESLEK VE MEŞREBİ

 

Risâle-i Nur´da meslek, meşrep
01.09.2008
Ali Ferşadoğlu

     
Bediüzzaman, yüzlerce kez Risâle-i Nur’da kullandığı “meslek ve meşrep” mefhumlarına, “sadakat, sebat ve metanetle” bağlanmak gerektiğini vurgular. Meslek ve meşrep deyince ne anlıyoruz; ne anlamalıyız? İstenildiği veya iddiâ ettiğimiz gibi onlara sadakatle bağlı mıyız? Bunlar temel prensipler mi, yoksa konjonktürel mi? Diğer önemli soru da şu:


Risâle-i Nur, “akıl etme, araştırma, inceleme ve mihenge vurmaya” yönlendirdiğine; hakikatlere ulaşma formülleri verdiğine göre; kendimiz meslek ve meşrep düsturları geliştiremez miyiz?
Meslek; usûl, tarz, tutulan yol, davranış, doktrin ve sistem demektir. Meşrep ise; tabiat, huy, mizaç, âdet, ahlâk, hareket tarzı, tavır, tutum ve meslek… Meslek ve meşrep; hizmet stratejisi, hareket tarzı, anlatım üslûbu ile ictimâî, siyasî hayatta, konjonktürel, pragmatik değil, “prensibe dayalı” duruşu da ifade eder.

Bediüzzaman; modern ilimlerle mânevî ilimleri harmanlayarak başta Müslüman ferdin, âilenin, toplumun; Hıristiyan âlemi ve insanlığın bütün hastalıklarını teşhis ile tedavi etmiş, reçetelerini yazmış; problemlerini çözmüş; meselelerine aklî, mantıkî, ilmî çareler üretmiş dünya çapında bir mütefekkirdir. Ki, bunu, Bediüzzaman’ın çağdaşı ve günümüz ehl-i insaf binlerce ilim adamı doğruluyor. İşte birkaçı:

Brezilyalı psikiyatrist Cecilya: “Psiko-somatik ve toplumsal bütün hastalıklarımıza Bediüzzaman’dan çareler, ilâçlar, reçeteler bulabiliriz.” Merhum Ali Ulvi Kurucu: “Bediüzzaman, kudretli bir ıslâhatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) ve bir nadire-i fıtrattır.” Sosyolog Prof. Şerif Mardin: “Bediüzzaman, çapını ihata edemediğimiz zirvelerde bir dehadır!” Alay müftüsü Osman Nuri Efendi: “Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idâre eder.” Şarkiyatçı, Mevlânâ hayranı ve İslâm dostu Annemarie Schimmel: “Said Nursî’nin eserleri birer harika. Avrupa’yı aydınlatacaktır. O çağın Mevlânâ’sı ve müceddididir.”

Elbette böyle bir Bediüzzaman’ın bir yeni tefekkür sistemi, bir ibadet ve zikir yaklaşımı, çağdaş bir hizmet stratejisi, bir tebliğ ve irşat metodu, yani bir meslek ve meşrebi olmalıdır. Zira, ulûm-u imaniyede (fen, sosyal ve manevî bütün ilimlerin harmanlanıp sunulduğu en yüksek ilimde) fetva ile vazifeli. Herhalde, İslâmı anlama ve yaşama tarzını; “yüksek İslâm siyaseti olan Kur’ân siyâsetini” de o belirleyecek.

Risâle-i Nur, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar olarak dört temel kitaptır. Lâhikalar Mektûbât isimli eserin 27. Mektub’udur. Ve Divan-ı Harb-i Örfi, Hutbe-i Şamiye, Münâzarât baştan ayağa hizmet metotları, ictimâî ölçüleri, siyasî stratejileri ihtiva ederler. Hatta, Münâzarât isimli eseri için, “Elhâsıl, şu kitap, siyâset tabiblerine, teşhis-i illete (siyaset doktorlarına hastalığı teşhise) dâir hizmet ile muvazzaftır, vazifelidir” der.

Lâhikalar aynı zamanda meslek ve meşrebin prensiplerini, sosyal münasebetleri de en ince detaylarına kadar ihtiva ederler.

28 Şubat 2021 Pazar

ŞÜKÜR VE İMAN

 

Şükürden imana mı, imandan şükre mi?

      

Şükür ile iman ya da iman ile şükür arasındaki güçlü ilişkiyi dikkate aldığımızda, “şükürden imana mı yoksa imandan şükre mi?”, başka bir ifadeyle “şükür mü öncedir yoksa iman mı?” sorusu anlamsız gibi görünebilir.

Fakat bu konuda âyet yahut hadislerde birini diğerine önceleyen bir işaret varsa, usûlî olarak bunu anlamaya çalışmak tahkikî iman mesleği açısından muhakkak ki ayrı bir önem taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de gerek şükre, gerekse imana dair birçok âyet olmakla birlikte, şu âyette tam da usûlî bir prensibe işaret eden yaklaşım var diye anlaşılıyor: “Eğer siz şükrederseniz ya da iman ederseniz Allah size niçin azap etsin?” 1

Görüldüğü üzere bu âyette önce şükür, sonra iman zikrediliyor. İlâhî kelâm olan vahiyde sûrelerin sırası ve birbiriyle irtibatı, sûrelerdeki âyetlerin sırası ve birbiriyle irtibatı, âyetlerdeki kelimelerin sırası ve birbiriyle irtibatı arasında ince mesajlar olduğuna göre bu âyette şükrün imana öncelenmesi tefekkür konusu yapılabilir diye gözüküyor.

Bilindiği gibi “şükür” bir iyilik veya bir hayır yahut bir olumluluk karşısında sözle veya fiil ile olumlu karşılık vermek, memnuniyet duymak ve memnuniyeti bir biçimde dile getirmek anlamına geliyor. Dilimize yerleşmiş olan “teşekkür” kelimesi de aynı kökten geldiği gibi şükür ile de bazen yakın anlamlı bazen eş anlamlı bir kullanıma sahiptir. İman ise yine bilindiği gibi, sözlükte inanmak, güven duymak, güven vermek mânâsındadır. Terim olarak ise şükür, “Yaratıcıya, verdiği maddî ve manevî nimetleri için teşekkürle mukabele etmek”; iman da “Yaratıcının varlık ve birliğini kesin olarak tasdik etmek” şeklinde tanımlanıyor.

Şükür ve iman kelimelerinin terim anlamlarını göz önünde bulundurarak söz konusu âyetin lâfzî sıralamasına bakıldığında, önce şükrün ardından imanın gündeme getirildiği açık olarak müşahede olunuyor. Buradan yola çıkarak Kur’ân’ın nazarında rahatlıkla şükrün imana öncelendiğini söyleyebiliriz. Peki burada nasıl bir mesaj var, şükrün imandan önce gelmesi nasıl bir nükteye işaret ediyor, diye baktığımızda önümüze geniş bir alanın açıldığını fark ediyoruz. Bu alaan kısaca şöyle işarette bulunabiliriz:

Uzmanlarca dile getirildiği üzere şükür ya da teşekkür en temel insanî değerlerden birisidir. İnanmak da bir o kadar hatta bir bakıma ondan daha önemli bir değer olmakla birlikte teşekkür daha açık, daha bariz, daha somut ve daha yaygın bir özellik olarak göze çarpıyor. Gerek dikey bir kıyaslama ile insanlık tarihine bakıldığında, gerekse yatay bir kıyaslama ile dünyanın bütün coğrafyalarına nazar edildiğinde insanlık âleminde “teşekkür” duygusunun gayet baskın bir nitelik olduğunu görüyoruz. Söz gelimi, ister canlılığını korusun ister hayatiyeti son bulmuş olsun, dünyanın bütün dil ve kültürlerinde “teşekkür” kelimesinin bulunması, inancı-uyruğu ne olursa olsun, bütün insanların iyiliğe karşı teşekkür etmesi, bunun zıddı olan nankörlüğün her yerde, her zaman ve herkes tarafından yerilmesi bunun en büyük delillerinden birisidir.

Bundan dolayıdır ki inançlı-inançsız, Müslim-gayr-ı Müslim, doğulu-batılı bütün insanların iyilik karşısında ya dilleriyle ya halleriyle teşekkür ettiklerini müşahede ediyoruz. Söz gelimi, adres soran bir Japon’a yardımcı olduğumuzda yahut maddî ihtiyaç içinde olan Afrikalı bir zenciye destek verdiğimizde, yahut dünyanın neresinde olursa olsun muhtaç bir kimseye iyilik ettiğimizde karşımızdaki kişinin nasıl teşekkür ettiğini görüyoruz.

Bütün bunları dikkate alarak insanın bu dünyadaki pozisyonunu ve sayısız ihtiyaçlarının karşılanması vakıasını düşündüğümüzde şöyle bir sonuca varmak kaçınılmaz oluyor: Üstad Hazretleri’nin işaret ettiği üzere 2, en başta, yok iken O’nun tercihine mazhar olarak var kılınmak, varlıklar içerisinde cansız bir madde yahut bir bitki yahut bir hayvan olarak değil de mahlûkatın en değerli varlığı olarak yaratılmak 3, sonra maddî ve manevî olarak sayısız ihtiyaç içinde iken bu ihtiyaçların karşılanması keyfiyetine ulaşmak, kısacası âyeti kerimenin beyanı ile sayıyla ifade edilemeyecek çoklukta nimete ve iyiliğe nail olmak 4 karşısında insan bütün bunları bahşeden Rabbine teşekkür etmeyecek midir? Göz rahatsızlığını gideren doktora teşekkür eden insan; gözü verene teşekkürde bulunmayacak mıdır? Pazardan yahut marketten aldığı yiyecekler için şu kadar para ödeyen bir kimse ücretsiz aldığı hava nimetine, su nimetine, güneş nimetine, ayrıca pazardan yahut marketten aldığı yiyecekleri de kuru topraktan ihsan eden hakikî mal sahibine teşekkür etmeyecek midir?

Söz konusu âyeti kerîme insanın en temel özelliğine vurgu yaparak, onun sayısız imkânlar ve nimetler karşısında duyarsız kalmaması gerektiğine işaret ediyor. Ayrıca bir açıdan bakıldığında, imana götüren yolun bu olduğuna yahut bu yolun da imana götürdüğüne imada bulunuyor. Yani insan bu temel özelliği bakımından kendini sorgulayıp, “beni bu hayata kim gönderdi, sahip olduğum bedeni bana kim armağan etti, her biri birbirinden güzel duyguları bana kim lutfetti, içinde yaşadığım mülk kimin, kimin tarafından böyle güzelce ağırlanıyorum…? diye düşündüğünde, eğer yoksa imana yol bulacaktır. Çünkü bu sorular kişiyi gerçek anlamda Rabbini bulmaya ve bilmeye sevk eden sorulardır. Eğer imanı varsa, her nimet karşısında bu bilinç içinde bulundukça imanı daha da sağlamlaşacak ve güçlenecektir.

Sonuç olarak elbette şükür imanı, iman da şükrü besleyen bir özelliğe sahiptir, ama insandaki şükür ya da teşekkür hissi, bir bakıma, daha güçlü ve daha baskın bir özellik olduğu için âyeti kerîme şükürden imana giden bir yol tavsiye ediyor diyebiliriz. Bu yolu takip ettiğimizde hem imanımız artacak hem de âyette altı çizildiği üzere İlâhî azaptan kurtulma imkânı ortaya çıkacaktır.

Dipnotlar:

1- Nisa 4/147.

2- “Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün…” Said Nursî, Mektubat, 24. Mektup, Birinci Makam.

3- “Biz Adem oğlunu en değerli varlık olarak yarattık” (İsra 17/ 70).

4- İbrahim 14/34.

Hüseyin ŞAHİNOĞLU

14 Temmuz 2020 Salı

HAN-I YAĞMA

HAN-I YAĞMA

Bu sofracık, efendiler – ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor – bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

TEVFİK FİKRET 

12 Temmuz 2020 Pazar

BEDİÜZZAMAN ANLATIYOR...!


İstibdat, kanunu kendi keyfine tâbi eder.

Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?”
Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

Suâl: “Demek istibdat, hayvaniyetten gelmedir.”

Cevap: Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî zayıfı ezmek hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esasiyesindendir.

Suâl: “Sonra?..”

Cevap: Şeriat-ı Garra zemine nüzul etti, tâ ki zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de izale etti. Fakat vâesefâ ki muhit-i zamanî ve mekânînin tesiriyle hilâfet saltanata inkılâb edip istibdat bir parça hayatlandı.

Tâ Yezid zamanında bir derece kuvvet bularak başını kaldırdığından İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıcını çekti, başına havale eyledi. Fakat ne çare ki istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.

Suâl: “Şimdiki Meşrûtiyet, istibdat nerede, onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?”

Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tâbi edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, Meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pek çok enva ve şuubat-ı heyet-i içtimaiyede Meşrutiyet hükümferma olmuştur. Cidal berdevam, harb ise sicaldir.

Suâl: “Bazı adam, ‘Şeriata muhaliftir’ diyor?”

Cevap: Ruh-u Meşrûtiyet, Şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilca-i zaruretle teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de her ne hâl ki Meşrûtiyet zamanında vücuda gelir; Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki her cihetle Şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki bütün ahvali Şeriata mutabık olsun?

Öyle ise şahs-ı manevî olan hükûmet dahi masum olamaz; ancak Eflâtun-u İlâhînin medine-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin Meşrûtiyet ile sû-i istimalâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 167-168

12 Mayıs 2019 Pazar

MESUT OL ANNE...!


Merhamet sahibi yüce Yaratan
İnsanı bir sudan yarattı anne.
Rahmi medarında her bir annenin,
Şekilden şekle çevirdi anne.
Bir insan haline getirdi bizi
Rızıkla besledi vücudumuzu,
Ruh ile süsledi bedenimizi
Dokuz ay karnında taşıttı anne.

Kanınla beslendim göbek bağından
Can verdin sen bana, kendi canından
Uzun yolculuğun acılarından
Senin o sevgine kavuştum anne.

Dünyaya gelmem olunca yakın
Sancı çekiyordun durmadan sakin
Doğum sonrası halinle lakin,
Sabır kahramanı gibiydin anne.

Sütünü emzirdin en az iki yıl
Uyku uyumadın belki de bir gün,
Sevginle büyüttün beni her gün
Duana muhtacım sevgili anne

Cenneti sermiştir önüne Mevla,
Merhamet vermiştir özüne Hüda,
Hayatın yavruna adadın diye,
En yüce makama, ermişsin anne.

Öf denir mi sana ey güzel ana,
Rabbimiz emretmiş itaat  sana,
Kevser ırmağından iç kana kana,
Her iki dünyada mesut ol anne    
***
Rafet  ÖZCAN

4 Mayıs 2019 Cumartesi

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR


KUR’ÂN’IN TAKİP ETTİĞİ MAKSATLAR 
Kur’ân’ın dört esasını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1
Kısaca ele alalım:
1- Tevhid: Allah’ın varlığı ve birliği inancıdır. Kur’ân’ın bütün meselelerini üzerine bina ettiği en esaslı dâvâsıdır.
2- Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Kur’ân’ın ikinci önemli esasıdır. Bize peygamber eliyle ulaşan Kur’ân, bizi Peygambere iman ve itaat etmeye çağırır.
3- Haşir: Ahirete iman Kur’ân’ın üçüncü önemli esasıdır. Haşir, fizikî olarak diriltildikten sonra bütün insanların adil bir yargılama için toplanacağı gerçeğidir. Ahiret, mahşerden sonra sonsuza kadar devam edeceği Kur’ân tarafından bildirilen fizikî hayatın ve cismanî diyarların adıdır.
ADALET İBADETTEN BAŞLAR 
4- Adalet ve ibadet: Adalet sosyal hayatımızı, ibadet de şahsî hayatımızı düzene sokan unsurlardır ki, Kur’ân’ın takip ettiği dördüncü esastır. Sosyal hayatta adaletsiz bir yaklaşım kesinlikle kul hakkını mucip olur. Ferdî hayatta ibadetsiz bir yaklaşım da, kişinin kendine zulmetmesi demek olur. Esasen adalet ibadetle başlar. İbadet de adaletle başlar ve yaşar.
İbadet kişinin ifrat ve tefritten uzak, duygularını ve cihazatını haramdan koruyarak helâl yolda vasat bir şekilde kullanmasıdır. Ki bu, kişinin kendisine adaletli davranması demektir. Adalet bu yönüyle ibadetten başlar. Kendine adil olan kul, topluma da adil olur. Topluma adil olmayan insan, bunun hesabını adil olan Allah’a ya bu dünyada, ya da mahşerde çetin öder.
NUŞİREVAN’IN ADALETİ 
Ömer bin Hattab’ın (Hz. Ömer), cahiliye zamanında Amr bin As ile birlikte yolu İran’a düşmüştü. İran’da Medayin şehrinde konaklarken, gece soyuldular, develerini ve paralarını çaldırdılar. İran’ın o günkü Kisra’sı Nuşirevan idi. Huzuruna çıktılar ve soyulduklarını söyleyip şikâyette bulundular. Nuşirevan:
“Demek devenizi ve paranızı çaldırdınız! Siz uyuyor muydunuz?” diye çıkıştı.
Ömer, hazır cevaptı:
“Evet, biz uyuyorduk! Sanıyorduk ki, siz uyumuyorsunuz!” dedi.
Nuşirevan:
“Haklısın Arap! Ülkemde misafirler taciz edilirken benim uyumam doğru değil! Peki, bana bir hafta süre verin.” dedi.
Bir hafta sonra Nuşirevan gerçekten develerini ve paralarını teslim etti. 
Ve onlara: “Şehirden çıkarken biriniz Güneş kapısından, biriniz Ay kapısından çıkın!” dedi. Ticaret için alacaklarını bir an evvel aldılar ve Ömer Güneş kapısından, Amr da Ay kapısından çıktılar.
Meğer hırsızlardan birisi Nuşirevan’ın oğlu, diğeri de şehrin güvenlik sorumlusu Şahnapehlev imiş. Nuşirevan kendi oğlunu Güneş kapısında, Şahnapehlev’i de Ay kapısında asmış! Manzarayı gören Ömer ile Amr, Nuşirevan’ın adaletine parmak ısırdılar.
KEMİK PARÇASINA DÜŞÜLEN NOT  
Gel zaman, git zaman… Ömer de, Amr da Müslüman olurlar.
Nice devran döner. Ömer halife olur. Arkadaşı Amr’ı da Mısır valisi tayin eder.
Vali Amr bin As İskenderiye’de yol çalışmaları esnasında bir Yahudi’nin mülkünü zorla istimlâk eder. Parasını fazlasıyla ödediği halde, Yahudi bunu kabul etmez. Amr, Yahudi’yi devlete karşı gelmekle suçlar.
Yahudi de Medine’ye giderek, durumu Hazret-i Ömer’e şikâyet eder.
Hazret-i Ömer (ra) uzandığı gölgelikten ateş parçası gibi fırlar ve: “Bu ne zulümdür! Valimiz bilmez mi ki, adalet mülkün temelidir! Bana bir kemik parçası getirin!” diye gürler.
Getirilen kemik parçasına şunu yazar:
“Bil ki, ben Nuşirevan’dan daha adilim!”
Ardından kemik parçasını Yahudi’ye verir. “Bunu valine götür.” der.
Yahudi Hazret-i Ömer’in (ra) işlem yapmadığını, işi başından savdığını zanneder. Mısır’a dönüp kemik parçasını vali Amr’a teslim eder.
Kemik parçasındaki yazıyı okuyan Amr’ın, birden yüzünün rengi solar ve Yahudi’den özür dileyerek mülkü üzerindeki devlet projesini iptal eder. Yahudi’nin mülkünü geri verir.
İşte adalet! İşte medeniyet! İşte bir Yahudi’den bile esirgenmeyen insan öncelikli yönetim anlayışı! İşte Müslümanlık!