28 Ekim 2013 Pazartesi

DEMOKRATİK CUMHURİYET

Mustafa CAN

Cumhuriyet, halkın doğrudan veya temsilcileri aracılığı ile egemenliği 
elinde tuttuğu yönetim biçimidir. Ancak “halkın egemenliği” demokrasi olmadan sağlanmaz ve geliştirilemez.1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet gerçek halk egemenliğinin oluşmasını sağlayacak “demokrasiden” yoksun olarak ilan edilmiştir. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı Hanedanının elinden iktidarı almayı amaçlamıştı. Cumhuriyet “tek adam” ve “tek parti” yönetimine dayanan bir dikdatoryaya dönüştürülüyor. Bunun mantığını da “devrimler” oluşturuyordu. Tek parti dışında partilere müsaade edilmiyor. Çoğulcu bir seçim hakkından yoksun bırakılıyordu.“Cumhuriyeti kuran parti” “Vatanı kurtaran liderle” özdeşleşince ortaya kutsallık çıkıyor ve partiye ve lidere karşı çıkmak devlete ve cumhuriyete karşı çıkmakla özdeş görülüyor.Cumhuriyet Halk Partisinin ilkeleri “Anayasanın temel ilkeleri” ve “Cumhuriyetin kurucusu ölümsüz Atatürk’ün İlkeleri” olarak kabul ediliyor. Bu ilkelere baktığımız zaman “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ve lâiklik” var; ama “demokrasi” ve “insan hakları” yok. Devleti kuran ve kurtaran askerler olarak kabul ediliyor, mülki ve dini liderlerin gayretleri ve mücadeleleri yok sayılıyor. Bu nedenle Cumhuriyet “Askerî Cumhuriyet” olarak kabul görüyor.
Özetle iktidar Osmanlı hanedanından alınıyor; ama Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün şahıslarına veriliyor. Bu durum 1950 yılına kadar devam ediyor. Mustafa Kemal 1923’den ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar 15 yıl ve İsmet İnönü 1938’den 1950’ye kadar 12 sene tam bir diktatörlük kuruyor. Şayet Mustafa Kemal 1938 yılında ölmemiş olsaydı “Ebedî Şef” olarak kalacak ve Cumhurbaşkanlığı devam edecekti ve hiç kimse karşısına çıkma cesaretini bulamayacaktı.
Demokrasi olmadığı için halkın devleti denetlemesi de zaten mümkün değildi. 1923 yılı Cumhuriyet rejimi “anti-monarşik ve anti-teokratik” bir rejim olarak kabul edilmişti. İçinde karizmatik şef sistemi, resmen ve fiilen de hiyerarşik alt şefler sistemi şeklindeydi. Tek parti rejimi, güdümlü seçim ve millet meclisinden ibaretti. Saltanat ve hilafet yerine “ulusal egemenlik retoriği içinde egemenliğin yönlendiricisi olan şefin partisinin iradesi konulmuştu.” (Taha PARLA, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İletişim Yayınları, Kasım 1992-İstanbul, s. 325-326)
Tek partinin seçimi de halk egemenliğini sağlamaya yönelik olmayıp, göstermelik ve parti şefinin hâkimiyetini güçlendirecek bir şekilde uygulanıyordu. Atanan mebuslardan oluşan bir meclis vardı. Bu mebuslar hiç gitmedikleri ve görmedikleri bölgeleri temsil ediyorlardı. Mebuslar çok kısa süre çalışıyorlardı. Yasama için mebuslara gerek yoktu. Devlet politikaları Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Genel Kurullarında belirleniyor ve Parti yönetimi tarafından alınan kararlar Mecliste onaylatılarak “Kanun” haline getiriliyordu. Bu nedenle kanunların Meclisten geçmesi on-on beş dakika sürüyordu. (Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1989, İstanbul, s.72)
Cumhuriyet halka rağmen halk adına her şeyi kontrolü altında tuttuğu gibi, ekonomiyi de hem yönlendiriyor, hem de tekelinde tutuyordu. “Devletçilik” ilkesi bunu zorunlu kılıyordu.Demokratik ve çoğulcu bir toplum oluşturmanın temel şartı devleti ekonominin patronu olmaktan çıkarmak olacaktır. Ekonominin vanalarını elinde tutan ve bırakmayan asker-sivil bürokrasi bu nedenle “devletin küçülmesine” iyi bakmamaktadır.
Toplum devlete muhtaç oldukça devlet güçlü olmaya devam edecektir. Ekonominin dizginlerini elinde tutmaya çalışan patron devletin bu egemenliğine son verilmedikçe devletin yasaklayıcı kurallar koyuculuğu da sona ermeyecektir.
İkinci Cumhuriyet fikri, Cumhuriyetin anti-demokratik unsurlardan temizlenmesi gayretlerinin sonucu doğmuştur. Bunun başında “saydamlık” gelmektedir. Her şeyden önce devlet ekonomiden ve ticaretten elini çekmeli, güvenlik, adalet, eğitime ve sağlığa dönmelidir. Sonra “Hürriyet” “Bireysel haklar” konusuna yönelmelidir. “Hak, hukuk ve adalet” kavramlarına değer vermelidir. Devletten istenen adalet ve hakkaniyettir.

Devleti işletecek olan siyasettir ve parlamentodur. Bunu da “Yasama, Yürütme ve Yargı” erklerini koruyarak ve güç dengesini sağlayarak ve “Kuvvetler ayrılığını” dengede tutarak yapamaya çalışmalıdır. Cumhuriyetten istenen ve beklenen budur. Bu da “Çağdaş Demokrasiye” işlerlik kazandırarak yapacaktır.
Eğitim “Çağın ötesine gitme ve bireysel ve toplumsal gelişmeyi ve kalkınmayı sağlama hedefine yönelmelidir. Bu da kabiliyetleri keşfetme ve kabiliyetleri sınırlayan yasakları ortadan kaldırarak “İnsan iradesine” işlerlik kazandırmakla mümkündür. Bu da “Demokratik Eğitim” ile sağlanabilir.
Demokratik değerleri hayata geçirmek askerî unsurlardan rejimi soyutlamak, hür ve üretime yönelik bir eğitim sistemi, hukukun üstünlüğünü sağlamak ve demokratik bir meclisten geçer. Buna büyük ihtiyaç vardır. Buna “İkinci Cumhuriyet” yerine “Demokratik Cumhuriyet” demek daha doğrudur.

25 Ekim 2013 Cuma

TELEVİZYONLARI KİM DENETLİYOR ?

RAMAZAN ALKAN / ANKARA  - Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde, Hem de öğretmen olan bir kadının, gayri meşru bir ilişkiden dünyaya getirdiği çocuğu evde yalnız başına bırakıp, 9 günlük tatile gitmesi sonucunda yaşanan faciayla ilgili uzmanlardan çarpıcı değerlendirmeler geldi.

Gazetemize konuşan sosyologlar olayda anne kadar toplum ve gayri meşru ilişkiyi normal gösteren medyanın da suçlu olduğunu söylediler. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, feminizm adı altında kadınları özgürleştirmenin annelik ve aile duygusunu zayıflattığını belirtti. Uzman Psikolog Berrin Göncü Işıkoğlu ise, “Gayri meşru ilişkiler toplumun ve bireyin mayasını bozuyor” dedi. 

BATI KÜLTÜRÜNÜN SONUCU 

Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde meydana gelen olay Türkiye’nin kanını dondurdu. Dokuz günlük Kurban Bayramı tatili sırasında Hatay’a ailesinin yanına giderken, 2 aylık bebeğini Gölcük’teki evinde yalnız bırakarak ölümüne sebep olan öğretmen Seçil Müge Doğanay tutuklanırken, olayın aydınlatılması için savcılık ve emniyet çalışmalarını sürdürüyor. Ancak ortaya çıkan bu olay Türk toplum yapısının da ne durumda olduğunu da gözler önüne serdi. Gölcük’te yaşanan olay, bir takım medya tarafından normal olarak gösterilen evlilik dışı ilişkileri gündeme getirdi. Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu olaylar Türkiye de yeni görülmeye başlandı. Bu tür olaylar batı kültüründe çok görülüyor. İskandinavya ülkelerinde çocuk kutuları var. İstenmeyen çocuklar bu kutulara konuluyor. Önlem alınmaz ise bizim gideceğimiz nokta da burası” dedi. 2 aylık çocuğun ölümüne neden olan annenin akıl sağlığının yerinde olup olmadığının araştırılması gerektiğini dile getiren Tarhan, kadının psikopat olabileceğini söyledi.  

“ÖZGÜRLÜĞÜ YANLIŞ ANLIYORUZ”

Olaya sadece “zalim anne” gözüyle bakmanın yanlış olacağını belirten Tarhan, olayın sebeplerinin iyi araştırılması gerektiğini ifade etti. Toplum içerisinde bu tür olayların çok sık yaşandığını vurgulayan Tarhan, dünya da özgürleşmenin yanlış anlaşıldığını söyledi. Tarhan, “İlk evliliğinde başarısız olan bir anne var. Burada anneye zalim anne diye yükleniyorlar. Bebeğin ölmesi sonuç. Peki bu olayın sebebi nedir? Biz özgürlüğü toplum ve birey olarak çok yanlış anladık, anlıyoruz. Feminizm yanlış anlatılıyor, yanlış yaşanıyor. Hollywood kültürü Türk toplumuna büyük zararlar veriyor. Bu olayda aile bağlarının zayıf olduğunu görüyoruz” dedi. 

“VİCDANLARA BEKÇİ KONULMALI”

Bireyi ve toplumu bu tür olaylara meydanın sürüklediğini kaydeden Nevzat Tarhan, herkesin bu olaydan kendine göre bir dest çıkarması gerektiğini aktardı. Tarhan konuşmasını şöyle sürdürdü: “Diziler bu tür olaylara teşvik ediyor. Kötülüğü yücelten diziler var. Dizilerde kim kiminle, ne yapıyor belli değil. Dizileri yapanlar bir özeleştiri yapsın. Bu olay bu toplumun bir ürünü. Herkes suçlu aramak yerine kendini sorgulaması gerekiyor. Dünya bu konuya çözüm üretmekte zorlanıyor. Özgürleşme sorumsuzlaşma olarak algılanmaya başlandı. Ergen gibi davranan bir kadın var. Anne olacak kişilerin annelik eğitiminde geçmesi gerekiyor. Bu tür kişilerin evlenmesine izin verilmemeli. Türkiye de evlilik dışı ilişki yasak değil. Dini nikahı yasak; ancak gayri meşru ilişki serbest. Bu tür ilişkiler devlet eliyle de teşvik ediliyor maalesef. Vicdanlara bekçi konulması gerekiyor.”

“GAYRİ MEŞRU İLİŞKİ TOPLUMUN MAYASINI BOZUYOR”

Uzman Psikolog Berrin Göncü Işıkoğlu da bireylerin hazlarına dikkat çekti. Bireylerin günü birlik ve lezzet odaklı yaşadığını belirten Işıkoğlu, “Ben bu kişinin psikolojik sağlığının çok yerinde olduğunu düşünmüyorum. Günü birlik bir yaşantılı haz ve lezzet odaklı bir hayat var burada” dedi. 

Bireylere haz ve lezzet duygularına tahammül göstermenin yollarının öğretilmesi gerektiğini dile getiren Işıkoğlu, gayri meşru ilişkilerin toplumun sağlığını bozduğunu söyledi. Işıkoğlu, “Gayri meşru ilişkiler toplumun mayasını da bozuyor. Medya da buna çanak tutuyor, yönlendiriyor, teşvik ediyor. Bu olayda sadece o anne sorumlu değil. Burada toplum da sanatçılar da suçlu. Yasak bir ilişkiden doğan bir çocuk var. Burada bir duyguya tahammül gösterilemiyor. Toplumun ve bireylerin tahammül duygusuna sahip olması gerekiyor. Hazların nasıl kontrol altında tutulacağı bu topluma öğretilmeli. Yoksa biz bu tür olaylarla çok karşılaşırız” dedi.

22 Ekim 2013 Salı

DÜNYEVİLEŞTİRME


Deccalizm akımı
Zamanımızı Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, basit bir sosyal hadise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildir. Asrımızı çalkalayan ve gelecek devri de etkileyebilecek, insanları mânâ âlemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enâniyetin, şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır. 


Ali FERŞADOĞLU
afersadoglu@hotmail.com fersadoglu@yeniasya.com.tr
18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da etkisini göstermeye başlayan bazı cereyanlarca şöyle iddia ediliyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.”
Nietzsche, Hegel, Feuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger gibi isimler Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizmin öncülüğünü yapıyorlardı. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mânevîyata savaş açmışlardı.
1791’de Olympe de Gouges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile, Feminizm de nükseder. Kadınlık imajı birinci plandadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker; beşerin huzurunu bozar.
Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar batıda süren “beyaz kadın” ticaretine bir tepki olarak doğmuştur. Fakat kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, tamamen çığırından çıkmış ve dünyamızı kasıp kavuran bir fitne haline dönüşmüştür.
Augusteizmin, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahudi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder.
Hemen peşinden Darwinizm gelir. Darwin, İngiliz biyoloji ve tabiat âlimidir. 1859’da “Nevilerin Menşei” isimli kıtabıyla, insanlığı Halık-ı Kâinat’tan koparmaya çalışır; tabiata, tabii selleksiyona, evrime, maymuna, tesadüflere bağlar...
Ardından Marksizm çıkar. Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, mânevîyata savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirirek pratiğe geçirir. O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in hâmiliğini üstlenmiştir.
Buna paralel Komünizm, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mânâ adına ne varsa, söküp atmaktadır.
Batıda, Kilisenin baskısı ve tasallutundan, engizisyon istibdadından iki cereyan daha çıkar: Laikizm ve Sekülarizm. Biri dinî dünya işlerinden ayırır, vicdana hapseder! Öbürü ise, dinî, hayata hiç karıştırmaz.
Hepsi de maddeye, nefse, şehvânî duygulara hizmeti esas almış, mânevîyatı dünyalarından çıkarmıştır.
İşte bütün bu “izm”lerin birleşmesinden de “Deccalizm” meydana geldiğini söyleyebiliriz. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu cereyan, din ve mânevîyatı kabul etmemekte; varlığının sebebini onunla mücadele olarak görmektedir.
29.10.2013
Deccalizmle barıştırarak dünyevîleştirme!
Günümüzde mü’minleri deccalizm ile barıştırarak dünyevîleştirme desiselerine dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Hepimizi, Hıristiyan âlemini, hatta bütün insanlığı ilgilendiren Deccaliyet / Deccalizm denen müthiş cereyanı tanımak ve karşısında yer alarak mücadele etmek durumundayız. Ki, vahye sırtını dönmüş bütün felsefî akımların birleşmesinden hasıl olan müthiş bir cereyandır bu. Aynı zamanda “eyyamcılığı ve ahlâkî dejenerasyonun tümünü” de kapsar… 

Kur’ân ve Hadîs’in günümüze bakan müteşâbihatını / kapalı yönlerini, şifrelerini de çözen Bediüzzaman; “Deccalizmin” doğacağını çok önceleri teşhis etmiştir. Kıyamet alâmetlerini ve özellikle de Deccalleri deşifre etmiştir.1 Risale-i Nur eserleriyle düşüncelerini yerle bir etmiş, çürütmüştür.
Her mü’min Deccalizmin tehlikesini önemsemeli. Çünkü, bugün de din, dinsizlik, siyaset, ekonomi, kültür ve sosyal eksende yapılan bütün tartışmaların, verilen mücadelelerin, belki işgallerin ve savaşların temelinde Deccalizm, “İkinci Avrupa” zihniyeti vardır. Karşısında da, tabiî ki Mehdiyet cereyanı! Dolayısıyla herkes, kimden tarafa olduğunu belirlemeli. Haksızlık ve zulüm karşısında asla suskun kalınamaz. Tahribatını önlemek ve hedefi vurabilmek için ise, özellikle Deccalizmi ve temsilcilerini iyi tanımak son derece önem arz eder.
Dikkat kesilmeliyiz ki; Deccalizmin yamakları, deccalları/süfyanı kimi zaman dindar, kimi zaman büyük bir kahraman gibi lanse ederek ona sevgi besletebilirler. Bu da müstebit sistemlerinin devamı anlamını taşır. Bediüzzaman, bu manadaki şahıs ve zümre istibdadlarının kırılmasının hayatî bir önem taşıdığına dikkat çeker.
Risale-i Nur’un birinci mücadele hedefi şirk, inkâr-ı Uluhiyet fikriyle mücadeledir. Bunun da temsilcileri Deccalizm akımlarıdır. Yazık ki, bazıları onun oyununa geliyor ve âlet oluyor! Deccalizmin uygulayıcısı ve temsilcisi müstebit sistemle, rejimle anlaşma sağlama cihetine gidiyor. Yapılan teklif dessasane ve caziptir: “Sen rejime, sisteme lâf etme, zaman zaman öv, sev, sevdir; her türlü maddî-manevî desteği yanında bulursun!”
Kabul eden ve birlikte çalışmakta bir beis görmeyenlere her türlü maddî destekler yapılır, dünyevîleşmenin her türlü cazibedar kapıları açılır. Halbuki Risale-i Nur’da bu kapılar kapatılmıştır:
“Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir!”2 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.”3
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 497-515.
       2- Mektubat, s.  406-407. 3- Lem’alar, s. 146.
25.10.2013 

Siyasetin dünyevîleştirmesi 2
Ehl-i dünya, ehl-i hamiyeti kimi zaman tembellik, bazen de çalışkanlık damarından yakalar. “Haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin.”12 
Evet, ifsat komitelerinin ehl-i iman aleyhindeki dehşetli planları bitmiyor... Düşünmüyor değilim: Yakın geçmişte orta dereceli okullardaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerini (neredeyse, bütün ilahiyatçıları) okul, şube, ilçe, il Millî Eğitim müdürü ve yardımcılıklarına atamışlardı. Müdürlük almayan İlahiyatçı bir arkadaşımıza, “Heykeli dikilecek adamsan; ama heykel de memnu!” diye takılıyorlardı hatta... Zahiren bakıldığında “İlahiyatçılar işbaşında, ne güzel!” gibi görünebilir. Ancak, meselenin manevî boyutu dikkate alındığında dehşetli bir planın sahnelendiği görülür...
Hubb-u cah (makam, mevki ve şöhret sevgisi) siyasetçiyi öylesine sarar ki, dünya/iktidar o kadar tatlı gelir ki, artık dinî meseleler değil, iktidar, güç, ekonomi önplana çıkar. Siyaset bağımlısı olur, tarafgirliğin pençesine düşer ve herşeyi siyaset gözüyle değerlendirmeye başlar. Bütün meselelerini siyasete, iktidara, güce endeksleyenin de dünyaya meyli artmaz mı? Siyasetin veya çarpık sistemin canavar kanunlarını uygulamaya kalkarken zulme sebebiyet verilmez mi? Din, iktidar uğruna rüşvet verilmez mi? Sonuçta da, “İnananları idare edeceğim!” derken, maalesef Rabbinin idaresinden çıkılmaz mı? Makam ve mevki, menhus bir maaş uğruna dinî vecibeleri, namazı-niyazı terk ettirmez mi?
“Bir senelik hayat-ı dünyevîyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebedîyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır…”13
İşte bir yazarımızın, bazı Müslümanların siyaset yoluyla dünyevîleşmesi ve akıbetleri hakkındaki tasviri:
“Müslümanlar çağdaş, modern/asrî hayata, züccaciye dükkânına giren fil gibi girdiler. Onlara etkili bir şekilde öğüt verilmiş olsaydı bu kadar fısk, fücur, günah, isyan, tuğyan, azgınlık olmayacaktı. Eline para ve imkân geçiren bir kısım Müslümanlar lüks, israf, sefahat, saçıp savurma, gösteriş, gurur, kibir, aşırı tüketim, aşırı konfor bataklıklarına yuvarlandı. Son 25 yıl içinde lüks meskenlere, lüks binitlere, lüks dekorasyona, lüks yazlıklara, lüks giyim kuşama, lüks yemeğe içmeye trilyonlarca dolar harcandı. İslâm bunları günah ve isyan olarak gösteriyordu. (...) Müslümanlar para, mal, servet, zenginlik tuzağına düştüler... Beş yıldızlı otelleri beğenmediler, yedi yıldızlı otellerde caka sattılar. Şeriat hükümlerini ve İslâm ahlâkını hiçe saydılar. Hedonist ahlâk ile ahlâklandılar. Kıymetli yıllar boşa gitti... Şeytanın maskarası oldular.”14
Unutmayalım; her şeyle deneniyoruz. Bugün; hubb-u cah, tama, şan ve şöhret, makam-mevki vs. ile de imtihandayız...
Dipnotlar:12- Mektûbât, s. 401, 414. 13- Mektûbât, s. 407. 14- M. Şevket Eygi, Millî Gazete, 25 Eylül 2008.
24.10.2013

 
Siyasetin dünyevileştirmesi 1
Dünyevîleşmenin en dehşetli boyutu siyasette yaşanır. İnsanların zaaflarını tesbit eden ifsat komiteleri; cinnî şeytandan aldıkları ders ile mü’minleri güçlü oldukları siyaset minderine adım adım çekip dünyevîleştirme çarkına sürüklerler. Siyasetin dünyevileştirmesi ne demektir? 

Ne pahasına olursa olsun sonuç almak isteyen; sayısız olumsuzlukları doğuran; adaleti, hukuku, kanunu değil; kuvvet kullanıp zulme sebebiyet veren siyaset;1 dünyevîleştiren siyasettir. Din adına ortaya çıktığı halde gayr-i meşrû olup, idâre ve asâyişe zarar veren;2 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz; fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi yapan;3 zulme sebebiyet veren, tarafgir, kalbleri bozan;4 dinde hissesi olmayanları büyük vartalara atan;5 gaddar ve zalimlerin propagandası olan; aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu birbirine karıştıran;6 menfaati esas tutan;7 fikri hezeyanlaştıran;8 yalancı ve insanlığın maslahatına zıt olan9 canavar siyaset dünyevîleştiren siyasettir.
Keza, Allah için sevmenin ve Allah için buğz etmenin yerini,10 siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmenin aldığı; melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen ortak eden siyaset11 dünyevîleştiren siyasettir.
Siyasî gevezelik de bir alışkanlık ve hatta bağımlılık hâline gelebilir. İlgi alanında olup; etki alanındaymış gibi değerli zamanını siyasî tartışmalar ve gevezeliklerle geçirten siyaset de dünyevîleştiren siyasettir.
Gençliğin siyasetle bağımlı hale getirilip dünyevîleştirilmesi, farkına varılmayan dehşetli bir hastalıktır ki, manevî değerleri de yer bitirir. Nefis ve şeytan burada dehşetli bir tuzak kurarak; “Siyasetle dine hizmet edeceğim!” dedirtir; sonra da sarıp-sarmalar, ibadet ve tâaten uzaklaştırır; siyaset çarkları arasında mahveder. Onlarca yıl, “Siyasal İslâm” adına, “Yaşasın İslâm, tek yol İslâm, Şeriat gelecek dertler bitecek!” gibi üç-beş sloganla nesilleri meşgul ettiler. Pırıl pırıl milyonlarca insanı, siyasetin labirentlerinde dolandırdılar, 30 yılı aşkın… Ne var ki, “siyasal İslâm”ın çıkmaz sokak olduğu anlaşıldı.
Peki, nereye gidecekti bu dinamik, enerjik genç insanlar? İlme, tefekküre, araştırmaya mı yönelecek, laboratuvara mı girecek? Bu, bazıları için tüyler ürpertici bir şeydi. İşte, “ifsat komiteleri”, hubb-u cah, tama ve dünyanın başka cazibedar şeylerini göstererek, bu sefer de “gömlek değiştirterek, siyasetin ılımlı kulvarlarında” koşuşturmaya başlattılar. Gayretli, hamiyetli, çalışkan insanları da büyük makamlara çıkarıp, işe boğup meşgul ettiler. Tâ ki, dine, imana, Kur’ân’a hizmete fırsat bulamasın. Zamanla hizmetinden, hatta dâvâsından vazgeçsin!
Dipnotlar: 1- Lem’âlar, s. 165-166. 2- Şuâlar, s. 306. 3- Kastamonu Lâhikası, s. 34. 4- Emirdağ Lâhikası-2, s. 177. 5- A.g.e, s. 51-52. 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 78. 7- Emirdağ Lâhikâsı-1, s. 204. 8- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6. 9- Münâzarât, s. 53. 10- Buharî, Îmân: 1. 11- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 169.
23.10.2013

19 Ekim 2013 Cumartesi

DÜNYEVİLEŞME HASTALIĞI


Derdi dünya olanın, 
dünya kadar derdi olur


A. YILDIRIM
Fani dünya cazip geldi aldandın,
Hazır lezzetlerin zevkine daldın,
Kervan uzaklaştı,geride kaldın,
Davran gönül,daha ne bekliyorsun?
Dünya için çok şeyler söylenmiş, çok düşünceler dile getirilmiştir. Lehinde ve aleyhinde söylenmedik söz kalmamıştır. Kimisi dünyanın zevkine, sefasına, nimet ve lezzetlerine gönül vermiş, ona iltifat etmiş, methiyeler düzmüştür. Kimisi de yaşadığı her türlü acı ve ıztırabın sorumlusu olarak dünyayı görmüş, onu yalancı ve aldatıcı olarak bilmiştir. Dünyaya gönül verip onu kalbinde taşıyanlar bile, bir süre sonra bu sevginin fâni ve faydasız olduğunu görerek ona sitem etmeye başlamışlardır. Onun için şiirlerde şarkılarda, ağıtlarda ve ezgilerde genellikle dünyadan şekva edilir.
Dünyanın ve hayatın fâni olduğunu fark etmeyip ebedî burada kalacakmış gibi dünyaya gönül verenler, bir süre sonra büyük acılar çekmeye başlarlar. Zira burada hiçbir şey kararında kalmaz. İnsan her an beklemediği bir olayla, acı bir sürprizle, büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşabilir.
Meselâ, yıllardır çalışıp biriktirdiği servetini bir anda kaybedebilir. Hayat standartlarının zirvesinde iken bir anda kendisini her şeye muhtaç ve çaresizlik içinde bulabilir. Mevki ve makamını, servet ve şöhretini, sıhhat ve afiyetini kaybedenlerin ibretlik hallerine çok şahit olmuşuzdur.
Ebedî zannettiği dünyanın böyle fani ve faydasız olduğunu görünce, hayal kırıklığına uğrayıp, acıları ve kederleri ile baş başa kalanların dünya muhabbeti bir anda adavete dönüşür. Böyleleri, daha önce kalbinde taşıyıp gönlünde yaşattığı dünyayı yerin dibine batırırlar. Eski sevgilileri için demediklerini bırakmazlar. Artık zavallı dünyanın ne vefasızlığı kalır, ne fâniliği, ne zalimliği. Şiirlerin mısralarında, şarkıların nağmelerinde, türkülerin ezgilerinde sitem ve şekvalar yükselir. Daha ileri gidip “kahpe dünya” diyerek hakaret edenler bile olur.
İnsan dünyaya hak ettiği kadar değer verse, lâyık olduğu kadar onu sevse, mana ve mahiyetini bilse, ne sahip olduklarına bu kadar sevinir, ne kaybettiklerine böyle üzülür. Dünyanın hiçbir halini kendisine dert etmez. Nimetlerini şükürle karşılar, külfetlerine sabırla tahammül eder. Dünya insanın arzularına göre hareket etmediğine ve onun bir sahibi olduğuna göre, “Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler” der. Pencerelerden seyreder, içlerine girmez. Böylece dünyanın derdinden ve tasasından da uzak kalır.
Dünyanın cazibesine kapılıp aldatıcı güzelliğine meftun olanların ise, derdi hiç bitmez. Adam çok zengin olur, malının mülkünün ve servetinin muhafazası kendisine dert olur. Yüksek dağların başında duman eksik olmadığı gibi, zengin insanın da başında dert eksik olmaz. Fakir olur, bu defa da yokluktan, sıkıntıdan, borçtan ihtiyaçtan yana dert yanar. Nefis ve heves daima sahip olduğundan fazlasına talip olduğu için, hiçbir nimet ile tatmin olmaz. Nefsin gözü hep yükseklerdedir. Daima daha fazlasını, daha iyisini ve daha güzelini arar.
İnsan bazen de dünya işlerini yoluna koymak için ahiret işlerini ihmal ediyor. “Şu işimi de bitireyim, şu eksiğimi de tamamlayım, işlerimi yoluna koyayım, borçlarımı ödeyim, alacaklarımı tahsil edeyim” gibi gerekçelerle sürekli kafasını ve kalbini meşgul edenler, dünya işlerini kendilerine dert ediniyor. Ama dünyanın işini bitirmeye kimsenin gücü yetmiyor. Bu arada insan farkında olmadan dünya insanın işini bitiriyor.
Yani derdi dünya olanın dünya kadar derdi oluyor. Böylece ebedî hayatın kazanılması için yapılması gereken işlere zaman ve imkân kalmıyor.
Halbuki insanın başında öyle büyük bir dert ve dâvâ daha var ki, dünya onun yanında sinek kanadı kadar ehemmiyet taşımaz. Bu ise, öteki dünyayı, yani ebedî hayatı kazanmak veya kaybetmek derdidir. Aklı başında olan her insanın en büyük derdi bu olmalıdır. Yoksa, bu fâni dünyayı dert edinmekle onu elde edemeyeceği gibi, bâki bir dünyayı da kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir.



Dünyevileşme ciddi bir hastalıktır
Yasemin YAŞAR
Dünyevîleşme hastalığı ehl-i imanın özellikle asr-ı kıyamette içine düştüğü ciddî bir hastalıktır.

Bu hastalığa yakalananların hayatlarındaki en önemli gayesi dünyevî başarı, kazanma ve bu gayelerin duygusu olan hırstır.
Bu hastalığın en kötü neticesi de, insanlara ahireti, gidiyor olduğu yeri, ölümü unutturmasıdır. Dolayısıyla ahiret algısı zayıflayanlar veya kaybolanlar her türlü kötülüğe açık hale gelmektedir.
Dünyevîleşme, ehl-i imanın ruh ve duygu dünyasında ciddî kırılmalara, karakter bozukluğuna, akıl ve iradenin noksanlaşmasına sebep olur.
Böylelikle insan artık hayatı sadece menfaatten, paradan, makamdan, başarıdan, hazdan ibaret görür.
İnsanın para kazanma dışında hiçbir şey düşünmez hale gelmesi, ahiret inancının zayıflaması, haram ve helâl çizgisinin kaybolması, yalancılık, riyakârlık gibi bozuk karakterlere bürünmesi, gösterişi sevmesi, insanlara tepeden bakması, gururu vs. gibi dünyevîleşme hastalığının belirtileri olmaktadır.
Bu hastalığın nasıl bulaştığı ise, herkesin dikkat etmesi gereken bir noktadır. Özellikle bu hastalık kişinin yaptığı amellerin karşılığını hemen görme, yani dünyada görme arzusundan doğmaktadır. Ahiret ikinci plana atılır ve oradaki alacağı mükâfat ve lezzeti unutur. İşte tam bu nokta dünyevîleşmenin başladığı noktadır.
Bundan sonraki aşama ise, nefsin bazı dünyevî lezzetlere Allah’ı zikretme zevkinin yerine geçecek şekilde alışması, bu zevkin hayatın vazgeçilmezi olmasıdır.
Ayrıca, dinî hizmetlerdeki şevk ve heyecanın kırılması da dünyevîleşmenin bir başka belirtisidir.
İnsanın şevkinin kaynağı eğer dünyevî unsurlar haline gelmişse, meselâ, takdir görmek, bir kişiye bağlanmak, nazar-ı âmmede mevki sahibi olmak, benliğini beslemek vs. bunları bulamadığı her an şevksizlik yaşar.
Oysa şevkin kaynağı rıza-ı İlâhî olsa, hiç kimse, hiçbir engel onu yolundan çeviremez.
Hâsılı; ‘Bütün kötülüklerin başı dünya sevgisidir’ diyen Resulullah’ın (asm), ümmet-i Muhammed’i (asm) en çok bu noktalarda uyarması, çağın hastalığının daha çok bu noktadan olacağını göstermektedir.
Bu hastalığın en etkili tedavisi, doğru ahiret bilincinin yerleşmesi, kuvvetli iman ve lezzetleri acılaştıran ölümün çok zikredilmesidir. Ancak bu şekilde insan dünyadaki bağlandığı şeylerin faniliğini görebilecek ve dünyalıklara hak ettiği kadar değer verecektir.
19.10.2013

9 Ekim 2013 Çarşamba

TARİHİ GERÇEKLERİ HATIRLAYALIM

Tek Parti Döneminde Neler Yaşandı?



1923-1950 arası dönemde özellikle 


İsmet İnönü döneminde halk çok büyük sıkıntılar çekmiş. İşte o dönemi yaşyanların ağzından tek parti dönemi.
1923'ten beri ülkeyi tek başına idare eden Cumhuriyet Halk Partisi, bu seçimle iktidarı Demokrat Parti'ye devretti, ülkede bayram havası esti. Tek parti döneminde yaşanan sıkıntılar ise hala zihinlerde tazeliğini koruyor.

Sivas'ın Şarkışla ilçesinde oturan 74 yaşındaki Hasan Hüseyin Bağcı ile eşi İnayet Bağcı (74) tek partili dönemini anlatırken adeta o günlere gitti, Hasan Bağcı, çektikleri sıkıntıları anlatırken gözyaşlarına hakim olamadı.

"HAYVAN VE BUĞDAYLARI KAÇIRIP SAKLARDIK"

Menderes döneminde 30 ay askerlik yapan Hasan Hüseyin Bağcı, "Üzerimizden öyle bir ağırlık, baskı vardı ki Menderes döneminde yeniden doğmuş gibi olduk. Bizlerden alınan öşür vergileri o kadar ağırdı ki harmanımızı kaldırdığımızda buğdayı ölçerlerdi, kendilerininkini alıp giderlerdi. Bize de ne kalırsa. Onu da genelde alamazdık. Bizler de hayvanlarımızı, buğdaylarımızı kaçırıp saklardık, yoksa kışın aç kalırdık." dedi.

"ASKERDEN ÇOK ÇEKTİK, ÇOK DAYAK YEDİK"

Babası ve amcasının 2. Dünya Savaşı'na katıldığını söyleyen Bağcı, o dönemde özellikle askerin köylü üzerinde çok baskısı olduğunu vurguladı. "Köye gelirlerdi, başında takkesi olan varsa onu başından alıp yırtarlardı, takanı döverlerdi. Bıçak taşımak bile suç sayılıyordu. Karakola alıp ölesiye dövüp getirip köyün önüne atıyorlardı, kimse sesini çıkartamıyordu. Askerden çok çektik, çok dayak yedik. O zaman okuma yazma yoktu. Tek öğrendiğimiz Kur'an-ı Kerim'di. Onu da 'askerler geliyor' deyince saklardık. Bulduklarında yırtarlardı, yakarlardı. Okuyanları ve okutanları dayaktan geçirirlerdi, aç susuz nezarethanelerde bırakırlardı." diye konuştu.

"ASKER TÜRKÇE EZAN NÖBETİ TUTARDI"

Hasan Hüseyin Bağcı, tek parti döneminde ezanın Türkçe okunduğunu, insanların korkudan camiye gidemediğini anlattı. Bağcı, "Cuma günleri jandarma camide nöbet beklerdi ezan Türkçe okunuyor mu diye. Çok sıkıntılar çektik çok." dedi, gözyaşlarına hâkim olamadı. "Rabbim o günleri bize tekrar yaşatmasın." diyerek dua etti.

İNSANLAR AÇLIKTAN OTLA BESLENİYORDU

Eşi İnayet Bağcı ise tek parti dönemi hakkında annesinden duyduklarını şöyle anlattı: "Tek pati döneminde ot topladığını, buğdayın olmadığı dönemlerde arpa unu ile otu birleştirip küçük ekmekler yaptıklarını ve sadece o ekmeklerle açlıklarını giderdiklerini bize anlatırdı. Şimdi bolluk zamanı, halimize şükür."

"ERKEK ÇOCUKLAR ELBİSE BULAMAZ ENTARİ GİYERDİ"

O yılları Erzurum'un ücra köylerinden Taşkesen’de yaşayan Ataullah Taşkesenlioğlu (82), kumaş sıkıntısı çekildiği için kız ve erkek çocuklarının aynı entarileri giydiğini söyledi. Tek parti döneminin baskıları ile yaşadıkları yokluğu sesi titreyerek anlatan Taşkesenlioğlu, jandarma korkusundan ahırlarda gizli gizli Kur'an-ı Kerim okuduklarını anlattı. Köy imamı olan babasının bir gün unutkanlıkla başında kavuk ile camiden çıktığını, eve giderken jandarmalar tarafından yakalanıp 15 gün Hasankale'de hapis yatırıldığını anlattı.

“EKMEĞİ OLAN PARMAKLA GÖSTERİLİRDİ”

Yaşlı ve yorgun bedenini dinlendirdiği koyun yününden doldurulmuş yer minderinde oturan Ataullah Teşkesenlioğlu, 1940'lı yıllarda en çok ekmeğin yokluğunu yaşayıp hissettiklerini anlattı. Taşkesenlioğlu, ekmeği olanların parmakla gösterildiğini belirtti. Şimdiki gibi bütün evlerde ekmek bulunmadığını dile getiren Taşkesenlioğlu, şöyle devam etti: "En çok gıda maddelerinden ekmek bulunmazdı. Bir kere ekmek bulundu mu her şey varmış gibiydi. Bal olsa bile ehemmiyeti yoktu, yağ da bulunmazdı. Ekmek bulundu mu herkes o kişiyi parmakla gösterirdi, 'ağa' derlerdi. Köy beylerinde ekmek bulunurdu. Şimdiki gibi her evde yoktu." Günlük yaşamın yoksulluk içinde çok güç ve ağır geçtiğini söyleyen Ataullah Taşkesenlioğlu, ekmeğin karne ile ve çok az dağıtıldığına vurgu yaptı: "Günlük idare zordu. Ekmek hep karne ile satılıyordu. Bir aileye, mesela 8 kişi varsa 4-5 ekmek verilirdi. Gidip kaymakamlıktan ya da mahalle muhtarı veya fırından alınırdı, fazla ekmek yoktu."

“YA VERGİ YA DA YOLDA KAZMA KÜREK İŞİ”

Anadolu halkının yokluk ve yoksulluğu iliklerine kadar yaşadığını ifade eden Ataullah Taşkesenlioğlu, özellikle köylerde kara sabana koşacak öküz bulamadıklarını anlattı. İnek, koyun ve keçilerden 'kamçı parası' adı altında vergi alındığını belirten Taşkesenlioğlu, "Hayvanlardan çifte koşulacak koşu öküzü herkeste yoktu. Onun dışında hayvanlardan koyundan, keçiden vergi alınırdı. O kamçı parasına o zaman 'yol parası' derlerdi. O yol parasını vermeyenler en az 20 gün bir ay yol yapımında çalışırdı. Şoseler hep insan gücü, kazma gücü ile yapılırdı. Ya 20 gün çalışacaktın ya da yevmiye verecektin. Koyun parası o zaman bir liraydı. Keçiler 60- 80 kuruştu. Hemen hemen bir keçi vergisiyle bir insanın vergisi de 80 kuruştu. Bir insanın vergisiyle bir keçinin vergisi aynıydı kamçı parası olarak." dedi.

ŞEHRE GİDEN ÖDÜNÇ PALTO İSTERDİ

Elbise bulamadığı için bir kız gibi entari giydiği yılları anlatan Taşkesenlioğlu, "Çoğusu bir tane entari giyerdi ortada köy içinde. O zaman biz de köylerde yaşıyorduk. O köy sokaklarında onunla gezerdik. Kızlarla, erkek çocuklarının arasında giyim bakımından fark kalmamıştı. Benim giydiğim entariyi, benim bacım, kardeşim giyerdi. Komşulardan şehre gidenler varsa çocuğun entarisini ister veya babanızın paltosunu isterdi, şehre gidip gelmek için. Birbirlerinin sırtındaki paltoları emanet alıp giderlerdi şehre. Korucuk, Keyvank varlıklı köylerdi. Bu köylerdekiler şapkalarını temin ederdi. Bazen kendileri kalın kumaştan yapar önüne terek koyarlardı şapka biçiminde." diye konuştu.

“SARIK SEBEBİYLE 15 GÜN HAPSE ATTILAR”

Ataullah Taşkesenlioğlu, köy imamı olan babasının bir gün cami çıkışında başında unuttuğu kavuğu sebebiyle jandarma tarafından yakalanıp Pasinler'de 20 gün hapis yatmasını hiç unutamıyor. Taşkesenlioğlu, bu olayı şöyle anlattı: "1941, 42. O zaman babam camide namaz kıldırmış dışarı çıkar. Ayağını atar caminin kapısının önüne. Dağ köylerinden gelen iki üç jandarma, o sırada 'hoca, hoca' diye sesleniyor. Babam dönüyor. ‘Bir dakika gelir misin? Haydi düş önümüze Hasankale'ye gideceğiz’. Babam ‘suçum ne’ diyor. Jandarmalar, ‘başındaki kavuk yetmiyor mu suçuna? Babam da diyor ki ‘Camiden çıkınca mihrapta başıma örttüğüm kavuk bu. Namaz kıldırıyordum, mihraba bırakıyordum, dışarı çıkarken başımda unutmuşum dalgınlıkla çıkmışım.’ Babamı bir kavuk yüzünden 15- 20 gün içeri attılar.”

"MENDERES DÖNEMİNDE İNSAN OLDUĞUMUZU ANLADIK"

"Biz ne gördüysek, insanlık, iyilik namına 1950'de gördük. İnsanlık, ilim, irfan varmış. Herkes ilmine, irfanına sahip olmalı. Bunları Menderes zamanında öğrendik. Allah onu rahmetiyle şad eylesin." dedi, seksen iki yaşındaki Taşkesenlioğlu. Türkçe ezan okumaları ve Arapça Kur'an-ı Kerim okumamaları için tek parti döneminde aralarında babasının da bulunduğu köy imamlarına yazılı belge verildiğini belirten Ataullah Taşkesenlioğlu, "Bütün köy imamlarının hepsine bu belge elinizde olacak diye dağıtırlardı. Bu belgeyi okurduk. Belgenin içinde, ‘ben, Arapça ezan okuyacağım, Arapça Kur'an okutmayacağım’ gibi 4- 5 mühim madde vardı. Çoğu bunu bilmezdi o zamanki imamların. Latin harflerini okur yazarlığı yoktu. Babam Kurnuç köyünde imamdı. Kendi öğrencilerinin köyleriydi burası. Kurnuç’ta camide yabancıların olmadığı zamanlarda cami içerisinde müezzin Arapça ezan okurdu. Ardından namazlar kılınırdı." şeklinde konuştu.

"GİZLİ GİZLİ KUR'AN OKUNURDU"

Tek parti döneminde Yüce Yaradan'ın kelamının gizli gizli ahırlarda okunduğunu ifade eden Taşkesenlioğlu, şunları kaydetti: "Kur'an hep gizli okunurdu. Şimdiki gibi çarşı pazarda hoparlörlerden camilerde okunan Kur'an sesleri duyulmazdı. Taziyelere giderdik 'Rızaenlillah fatiha' denir o ölünün ruhuna bağışlanır çıkardık. O zaman biz çocuktuk. Bizim hocamız Hafız Seyfettin Efendi bize Kur'an dersi verirdi. Kur'an dersini hep gizlice yapardık. Köylerde ve şehirlerde hocaefendiler çoluk çocuk cahil kalmasın diye gizli yapalardı. Biz de medresedeyken jandarma bastı. Pencere kenarında bir makat (köylerde içi toprak dolu üzeri tahta döşeli bir nevi kanepe) vardı. Makat üstüne fırladık, Kur'anları dışarı attık. Dışarıda kimse yoktu. Kadınlar peştemallarına bunları doldurarak kaçtılar. Kadının bir tanesi kaçarken ayağı kaydı veya jandarmanın tutması sonucu yere düştü. Peştemalının eteğindeki Kur'anlar yere dökülürken gördüm. Biz içerideydik, camlar kapandı. Jandarmalar geldi hocamıza olmayan hakareti yaptılar, dövme yoktu. Çocuklar, hepimiz orada olduğumuz için her halde jandarmalar yanımızda dövmek istemediler."

YOLDA EKMEĞİN YARISINI YER EVDE DÖVÜLÜRDÜK

Denizli'de Milli Şef İsmet İnönü'nü dönemini yaşayan 85 yaşındaki Mehmet Necip Işık, vatandaşların kendisinin insan olduğunu Adnan Menderes döneminde gördüğünü söyledi. Sena Kablo Yönetim Kurulu Başkanı olan Işık, Babadağ ilçesinde arazi az olduğu için tarlalarının olmadığını ve çok ekmek bulma sıkıntısı çektiklerini ifade etti.

Ekmek, gaz ve şekerin karneyle verildiği dönemde şehirden şehre un getirip götürmenin yasak olduğunu hatırlatan Işık, "Herkes memleketinde ne varsa onu yiyecek. Geceleri Uzunpınar köylüleri hayvanlarla un getirir Babadağ'da handa sabaha karşı satarlardı. 20 kilo un 1 liraydı." dedi.

Çarşıdan karneyle aldıkları ekmekle doymadıklarını belirten Işık, şöyle devam etti: "Yetmezdi. (Kendi yaptıkları ekmekle) takviye eder, öyle idare ederdik. Ekmek önemliydi. Biz üç kardeş karne ekmeği almak için çarşıya giderdik. Karnenin arkasına mühür vurulurdu. Gelirken acıktığımız için yarısını yerdik. Babam evde 'neden ekmeği yediniz?' diye döverdi. Günde kişi başına bir ekmek verilirdi."

"YOL VERGİSİNİ ÖDEYEMEYEN YOLDA ÇALIŞTIRILDI"

İnsanların Adnan Menderes döneminde rahatladığını ifade eden Işık, "Menderes geldikten sonra insanlar insan olduğunu gördü. Değer verildiğini gördü. Halk rahat yaşamaya başladı." diye konuştu. Tek parti döneminde her aileden alınan 6 liralık yol parası vergisini ödeyemediği için angarya olarak yollarda çalıştırıldığını anlatan Işık, "Yol parası isterlerdi. Halk ödeyemezdi. Bekçi veya jandarma gelirdi. Yol parasını isterdi, vermezlerse yola götürürlerdi. 6 gün çalıştırırlardı. Günlük bir liraya. 6 lira büyük paraydı. Herkes veremezdi." ifadelerini kullandı

"MEMURLAR MAAŞLARINI ALIYOR ŞAHANE YAŞIYORDU"

Babasının 18 yaşında askere gidip 30 yaşında askerden geldiğini, bir çok cephede çarpıştıktan sonra 12 yıl sonra askerden geldiğini anlatan Necip Işık, dedesinin maddi durumu o zamanın şartlarına göre iyi olmasına rağmen yılda ancak bir kez baklava yiyebildiğini söyledi. Işık, "Dedemin durumu iyiydi. Bayram namazından çıkınca komşularını, cami cemaatini yemeğe davet ederdi. Biz dahi çok kişi baklavayı orada yerdik, senede bir defa. Çok kıtlık vardı. Memurla halkın durumu ayrıydı. Memurlar maaşlarını alıyorlar şahane yaşıyorlardı. Vatandaşlar bu ayrımı 'Atam kalkta bak İsmet'ine, ikiye ayırdı milletine' derlerdi." dedi.

"HOCALARIN EVLERİNİ BASARLARDI"

Tek parti döneminde Kur'an'ı Kerim öğreten ve öğrenenlere yapılan baskılardan da söz eden Işık, şunları kaydetti: "Jandarma Kur'an kurslarını, şikayet olmasa bile bilhassa hocaların evlerini basarlardı. Çocukları dağıtırlardı. 'Neden okutuyorsun, yasak olduğunu bilmiyor musun?' Ben Kuran'ı Kerim'i 50 yaşından sonra öğrendim. Bizim küçükler, sonra rahatladığı için onlar öğrendiler. Bizim zamanımızda çok sıkıydı."

ÇANAKKALE'DE CAMİYİ MOTOR TAMİRHANESİ YAPTILAR

Tek partili dönemde çocuk olan 82 yaşındaki araştırmacı yazar Mehmet İhsan Gençcan, 1939 yılından sonra özellikle ibadet yerlerine karşı bir savaş başlatıldığını söyledi.

14 Mayıs 1950'de tek parti dönemine veda eden Türkiye'nin çileli dönemlerini bugün bile hatırlamak istemediğini belirten astsubay emeklisi Gençcan, o dönem Çanakkale'de bulunan bir caminin askerler için konaklama, bir diğerinin de motor tamirhanesi yaptırıldığını kaydetti.

CAMİDE TAMİRCİLİK YAPAN KİŞİ BAŞKAN SEÇİLDİ

Tamirhaneye dönüştürülen Tıflı Camisi'nin o dönemki imamının mübarek bir zat ve aynı zamanda ismi medyada sıkça anılan Tümgeneral Hıfzı Çubuk'un büyük dedesi olduğunu hatırlatan Gençcan, şöyle devam etti: "1308 yılında yapılmış olan Tıflı Camisi, çocuklara dinî eğitim verilen bir yerdi. Bugün Aynalı Çarşı'nın yanında bulunan cami, eğitime kapandıktan sonra Atatürk'ün ölümünün ardından, tek parti döneminde tamirhane olarak kullanıldı. O zamanlar orada kamyon motorları tamir edilirdi. Hattâ o dönem o tamirhaneyi işleten zat, daha sonra belediye başkanı seçildi. Tıflı Camisi, 1950 yılından sonra bugünkü halini aldı. İlk hocası da İstanbul'dan Çanakkale'ye yerleşen ailelerden, lakabı 'Pamuk Hoca' olan, bugün ismi medyada sıkça geçen Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgenarel Hıfzı Çubuklu'nun büyük dedesidir. Yani Çubuklu'un babası Remzi, onun babası Mehmet, onun da babası Pamuk hocadır. Mübarek bir zat olan Pamuk hocanın çok büyük hizmetleri olmuştur."

CAMİYİ MATEMATİK ÖĞRETMENİNE SATTILAR

Diğer zarar verilen ibadethanenin Dizdar Camisi olduğunu belirten Mehmet İhsan Gençcan, şunları söyledi: "Çanakkale Savaşı sırasında hasar gören ve tadilatı yapılmayan Dizdar Camisi, tek parti döneminde ahır olarak kullanıldı. Minaresi sağlam olan caminin yeri, 1946 yılında satıldı. En enteresan olay ise o dönemde, bugünkü Değirmenlik Sokak dediğimiz yerde çıkan büyük bir yangındı. Sokağın hemen köşesinde Molla Yakup Camisi vardı. Yangında bu caminin küçük bir kısmında hasar oldu. Bunun üzerine cami kapatıldı. Bir süre sonra o camiyi, matematik öğretmeni Gülseren Hanım'a sattılar. Biz 1941 yılında, Kur'ân öğrenmek için camiye gidiyorduk. Daha sonra din dersi almak yasaklandı ve bizi dağıttılar. O dönem hocamız Gökköylü hocaydı. Onun sayesinde derslerde bir hayli ilerlemiştik ama kısmet olmadı. Aynı yıl eğitime son verdikleri Fatih Camisi'ni, 2. Cihan Harbi'nde bol miktarda asker geldiği için konaklama yeri olarak kullanmaya başladılar. Öyle kullanış ki her türlü melanet, pislik yapılıyordu. Mesela cami içinde ateş yakılıp ayakkabılarla giriliyordu. Burası camilik vasfını kaybetmişti. Fatih Camisi, 1950 yılından sonra bugünkü halini aldı."

"MENDERES GELİNCE BAYRAM SEVİNCİ YAŞANDI"

Tek parti döneminde taş kırarak yol yapımında çalışan Ramazan Büyükkeskin (86), "66 yıl önce Korkuteli'nden Antalya'ya 2 günde giderdik. Şimdi 45 dakikada gidiyoruz. " dedi.

Antalya'nın Korkuteli ilçesinde yaşayan eski Demokrat Parti (DP) delegesi Ramazan Büyükkeskin (86), Milli Şef döneminin zor şartlarını hiç unutamıyor. Tek parti döneminde yol açım ve yapım çalışmalarının insanların bilek gücüyle yapıldığını belirten Büyükkeskin, Antalya-Korkuteli arası yol yapımında 11 ay balyozla taş kırarak çalışma yaptığını ifade etti. Adnan Menderes'in, DP'yi kurduktan 4 yıl sonra 14 Mayıs 1950'de tek başına iktidara gelir gelmez insan gücüyle yol yapım çalışmalarına son verdiğini belirten Büyükkeskin, yol yapım çalışmalarının iş makineleriyle yapılmaya başladığını kaydetti.

"EN LÜKS YİYECEĞİMİZ EKMEK ARASI SOĞAN VE PEYNİRDİ"

Büyükkeskin, "Tek parti döneminde çok fakirlik ve sıkıntı çektik. Ayağımıza giyecek ayakkabı yoktu. Ayağımda lastik çarıkla 11 ay yol açımında çalıştım. 66 yıl önce Korkuteli'nden Antalya'ya 2 günde giderdik. Şimdi ise 45 dakikada gidiyoruz. Balyozla yol açım çalışmalarında çalıştığım günleri hiç unutamıyorum. Çok terlememize rağmen bir ay hiç banyo yapamadık. En lüks yiyeceğimiz ekmek arası soğan ve peynir. Menderes iktidara gelince el gücüyle yol yapım çalışmasına son verdi. Tek parti döneminde ürettiğin mahsulün yüzde 50'den yukarısını devlet vergi olarak alıyordu. Yaz sıcağında öküz arkasında dövenle dönerek buğday tanesi çıkarmak zor. Çıkardığın buğdayların çoğu da vergi olarak gidiyordu. Allah o dönemleri bir daha yaşatmasın bu millete. Menderes, iktidara gelince çok sevindik. Yol açımı için iş makineleri gelince sevincimizden bunlar Menderes'in develeri diyorduk. " diye konuştu.

Menderes'i ilk defa yakından 5 Ocak 1956'da Antalya Dokuma Fabrikası'nın temeline ilk harcı dökerken gördüğünü belirten Büyükkeskin, 27 Mayıs 1960 askeri darbe sonrası Menderes ve 2 bakanının idam edildiği haberini radyodan gözyaşı içinde öğrendiklerini kaydetti. Keskin, Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun idam edildiği haberinin duyduklarında babasının ağlamaktan gözlerinin kıpkırmızı olduğunu belirtti.

"İLK EZANI HOCA GÖZYAŞLARI İÇİNDE 15 DAKİKADA ZOR OKUDU"

Korkuteli halkının, ezanın yeniden Arapça okunma sevincini bir birine sarılarak gözyaşı içinde kutladığını belirten Ramazan Büyükkeskin, ezan kararıyla Menderes'in Anadolu insanının gönlünde taht kurduğunu kaydetti. Tek parti dönemindeki 18 yıllık ezan yasağının, 16 Haziran 1950 yılında ramazan ayının başlanılmasına bir gün kala kalktığı bilgisini veren Büyükkeskin, minareden 'Allah'u Ekber' sesini duyan halkın cami avlusu etrafında toplanarak gözyaşı döktüğünü kaydetti. Büyükkeskin, "Minarelerde ezan hep 'Tanrı uludur, Tanrı uludur' diye okunuyordu. Menderes, iktidara gelir gelmez ezan 'din dilinde' okunacak dedi. İlk ezanı camiden hoca gözyaşları içinde 15 dakikada zor okudu. Cami etrafına toplanan kalabalığı da ağlattı." dedi.

"İBADETHANELER BUĞDAY AMBARI OLARAK KULLANILDI"

Çorumlu 77 yaşındaki Bahattin Altıkardeş, tek parti döneminin canlı tanıklarından. Kur'an kurslarının kapatılması, ezanın Türkçe okunması, camilerin buğday ambarı olarak kullanılmasına kadar hemen her şeye şahit olan Bahattin Altıkardeş, o karanlık günleri hatırlamak dahi istemiyor.

Tek parti döneminde yaşananları anlatırken gözleri dolan Bahattin Altıkardeş, "O dönemler gerçekten bu milletin yaşadığı en zor dönemlerdi. Ezanı Türkçe okunması, camilerin kapatılması. Bunları kabul etmek çok zordu. Salatü selam dahi Türkçe söyleniyordu. Hatta camiler yıkılıp arazisi vatandaşa satılıyordu. Bir şey vardı o zamanlarda emre itaat diye. Biz de öyle yapmak zorunda kaldık.'' dedi.

JANDARMADAN KAÇARDIK

O dönemlerde Çorum'daki 10 kadar ibadet yerinin depo olarak kullanıldığını belirten Altıkardeş, Çorum merkezde bulunan Abdibey Camii'nin buğday ambarı olarak kullanıldığını, bir camininde yıkılarak yerinin vatandaşlara satıldığını söyledi. Kadınların mahalle aralarında Kur'an öğrettiğini söyleyen Altıkardeş, 'Jandarma geliyor, polis geliyor' denildiği zaman kaçtıklarını dile getirdi.

ASKER NE DERSE O OLUYORDU

Altıkardeş, "Kur'an kurslarında Arapça kitap bulundurmak yasaktı, büyük cezaları vardı. Kur'an dışında ne yazı ne de kitap bulunduramıyorduk. Zor dönemlerdi. Şimdiki gibi ne özgürlük vardı ne demokrasi. Asker ne derse o oluyordu. Tek parti dönemi Türkiye'nin acı geçmişi. Ben o dönemi yaşayan biri olarak size diyorum ki 'yaşadığınız dönemin değerini bilin, şükredin' ki dininizi yaşayabiliyor ibadet edebiliyorsunuz. Camileriniz kapatılmıyor, ibadetiniz engellenmiyor aksine ibadet edebileceğiniz ortam sağlanmaya çalışılıyor. Camiler yapılıyor iş imkanları veriliyor halinize şükredin.'' diye konuştu.

SEVKİYAT VAR,BİZİ BURADA DURDURMAZLAR !


"Dünyevi dost ve rütbeler kabir kapısına kadardır."

10.10.2013
..Madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına
kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
Dördüncü Mesele:

Şu nefiy zamanında görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım!
Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirâne, rakibâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibâne ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

Beşinci Mesele:

Dünya madem fânidir.
Hem madem ömür kısadır.
Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
Hem madem dünya sahipsiz değil.
Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
Hem madem “Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahâ” [Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez. (Bakara Sûresi: 2:286)] sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.HAŞİYE
HAŞİYE: Bu ‘madem’ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.
Mektûbât, On Altıncı Mektub, s. 118

LÛ­GAT­ÇE:
hodfuruş: Kendini beğendirmeğe çalışan, övünen.
zındıka: Dinsizlik, inançsızlık.
müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan; plânla idâre eden.
teklif-i mâlâyutak: Ağır ve güç yetirilemeyeni isteme, teklif etme.
mâlâyâni: Mânâsız, faydasız, boş şey.
hasretmek: Bir şeyi içine almak. Yalnız birşeye mahsus kılmak. Sıkıştırmak.
vakfetmek: Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.



Bilir misin nereye gidiyorsun?                                                                                  09.10.2013
Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye,
dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip
düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. 








Yedinci Kelime
Ve yumît

 Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.
İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
(...)
On Birinci Kelime 
“Ve ileyhi’l-masîr
 Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.
Mektubat, 1. Makam, s. 222

LÛ­GAT­ÇE:
mevt: Ölüm.
külfet-i hizmet: Hizmet zahmeti.
âzâd: Esirlikten, kölelikten kurtulmuş.
inkıraz: Sönme, yok olma, tükenme.
firak-ı ebedî: Ebedî, sonsuz ayrılık.
in’idam: Mahvolma, yok olma.
Fâil-i Hakîm-i Rahîm: Her şeyi rahmet ve hikmetle yapan; Allah.
mecma: Toplanılacak yer, toplanma yeri.
âlem-i berzah: Ruhların kıyâmete kadar kalacakları âlem; kabir âlemi.
visal: Ulaşma, kavuşma.
esbab: Sebepler.
vesâit: Vasıtalar.
makarr-ı saltanat-ı ebedî: Ebedî saltanat yeri, sonsuz saltanat merkezi; ahiret yeri.
rüyet-i cemâl: Cenâb-ı Hakk’ın güzelliğini görme.
cilve-i cemâl: Güzellik görüntüsü.
hüsn-ü esmâ: Allah’ın isimlerinin güzelliği.
lem’a-i muhabbet: Muhabbet parıltısı, sevgi parıltısı.
Mâbud-u Lemyezel: Hiçbir zaman yok olmayan, bakî olan mabud; Allah.
Mahbub-u Lâyezâl: Zevalsiz, ölümsüz, sonsuz sevgili; Allah.
adem: Yokluk.
vücud-u daimî: Sürekli, ebedî vücut.
kesret: Çokluk.
zulümat: Karanlık.
payitaht: Taht şehri, hükümdarın oturduğu şehir, başşehir.
vahdet: Birlik.

7 Ekim 2013 Pazartesi

ANADİLDE EĞİTİM İÇİN BEDİÜZZAMAN'I DİNLEYELİM

Anadilde eğitime Bediüzzaman yaklaşımı           07.10.2013
DEMOKRATİKLEŞME paketini açıklayan Başbakan Erdoğan, anadilde eğitim hakkı ile ilgili açıklamasından sonra, bazı özel okullar çalışmalarına başlarken, İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü’nden, Türk dili uzmanı Yrd. Doç. Ramazan Topdemir çalışmalarına dayalı olarak şöyle bir not gönderdi:
“105 yıl önce Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğu’nun birlik ve beraberliği için anadilde eğitim konusundaki çalışmaları ve girişimleri günümüzde gerçekleşmeye başlamaktadır” dedikten sonra belgelere dayalı olarak şöyle yazıyor:
“Said Nursi, İstanbul’da 1908’de Doğu’da eğitim kurumları ve üniversite kurulması için Sultan Abdülhamid’e mektup yazmış, 1922’de TBMM’de Mustafa Kemal ile görüşmüştür. 1950’den sonra ise Adnan Menderes’in, Erzurum’da açacağı Atatürk Üniversitesi’nin açılışı ile ilgili Adnan Menderes’e mektup yazmıştır.
Said Nursi’nin bir üniversite projesi olarak sunduğu Medresetüzzehra, Doğu’da Türk, Kürt, Arap ve Farsların kaynaşması için bir projedir.
Said Nursi, Sultan Abdülhamid’e 1908’de verdiği dilekçede, Medresetüzzehra fikrini anlatmıştı. Bölgenin huzur ve mutluluğu için gerekli gördüğü bu düşünceyle o zamanın yönetimi ilgilenmedi. Eğitim dili olarak Said Nursi, “Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lâzım” diyerek Medresetüzzehra’nın üç dilde eğitim yapacağını belirtir. Kürtçeyi mahalli dil, Arapçayı ilim ve iletişim dili, Türkçeyi de resmi ve siyasi dil olarak kabul etmiştir. Buradan, Arapçanın dini vecibelerden dolayı öğrenilmesi gerektiğini, Kürtçenin günlük hayatta serbestçe kullanılabilmesini, Türkçenin ise sosyal hayatın bir gereği olarak herkes tarafından bilinmesinin faydalı olacağını anlıyoruz. Ayrıca, Bediüzzaman Said Nursi, halka ulaşmada mahalli lisanlara öncelik verilmesini vurguladıktan sonra, bilginin ortak bir dille ifade edilebilmesi gerektiğini dile getirmiştir.
Said Nursi, eğitim projesi için Mustafa Kemal’den destek alır. Said Nursi, 1922’de TBMM’ye davet edilir. Ankara’da, mevcut 200 mebustan 163’ünün imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ederler. Mustafa Kemal de Said Nursi ile görüşerek destek vereceğini ifade eder. Ancak dönemin değişen şartlarından dolayı proje tamamlanamaz. Eğitim çabası içinde olan Mustafa Kemal de Batı’da Ankara Üniversitesi’nin Doğu’da da bugünkü Erzurum (Atatürk) Üniversitesi’nin kurulmasının talimatını verir. (Yeni Asya’nın notu: O dönemde M. Kemal’in Medresetüzzehra’ya verdiği destek sözünün geçersiz kalmasının sebebi, rejimin kısa bir süre sonra eğitimde çok farklı bir tercihe yönelmesi, medreseleri kapatması ve din eğitiminin tamamen kaldırılmasıyla sonuçlanacak bir süreci başlatmasıdır. Erzurum Üniversitesinin kuruluşu ise 1950’den sonra DP hükümeti döneminde gerçekleşmiştir.)
Her ülkenin bürokratik yazışmalarında ve ortak konularda birlik sağlamak için kullandığı bir resmi dili vardır. Türkiye’nin resmi dili de Türkçedir. Bu, devlet yönetiminde birliğin sağlanması için gereklidir. Ancak bu durum insanların anadillerini konuşmalarına engel olmamalıdır.”
Yalçın Bayer
Hürriyet, 5.10.2013


Günümüz siyaseti ve cihad-ı mânevî
Günümüz siyaseti, daha ziyade menfî işliyor. İsar, yardım, fedakârlık, merhamet, diğergamlık yerine, menfaat, boğuşma ve merhametsizlik hükmediyor. Makam ve mevki peşinde koşmak; rekabet etmek, menfaat ve çıkar çatışmalarına sahne oluyor. Bu yönüyle siyaset birleştirici değil, daha ziyade ayrıştırıcı bir rol üstleniyor ne yazık ki. Elbette bu siyaset, müspet değil, menfidir. Şefkat değil, şiddettir. Başkalarını yutmakla beslenir. Asayiş ve emniyeti de—ister istemez—bozar. 


Ali FERŞADOĞLU
afersadoglu@hotmail.com fersadoglu@yeniasya.com.tr
İslam âlemine ve özellikle Türkiye’ye Üstad Bediüzzaman’ın müspet harekete, ilme, imana ve tebliğe dayalı “cihad-ı mânevî” metodu lâzımdır. Bediüzzaman, fiilen bunun örneklerini sunmuştur. Hizmet Rehberi isimli eserinde de bu zamanın hizmet stratejisini çizmiştir.
Bediüzzaman’ın, deccalizm ile mücadelesinde müsbet hareketi, feragati, şecaat, merhamet ve şefkati esas alarak yapmış olduğu cihad-ı mânevî, kimsenin burnunu kanatmadan ülkemizi bu seviyeye getirmiştir. Talebelerini fitne, fesat, nifak ve şikaktan uzak tutmuştur. Asayişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve kardeşi kardeşe düşürecek menfaate dayalı canavar siyasetten sakındırmıştır.
“İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nûr eczaları, emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan iman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder.” (Tarihçe-i Hayat, 198).
“Madem îman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.” (Şualar, 200)
Kafa karışıklıklarının yaşandığı günümüzde, fikirlerin ve vicdanların tutulduğu şu dehşetli deccalizm çağında Bediüzzaman, ilim ve hikmet üzerine müesses bir İslâm mektebi kurmuş ve “cihad-ı mânevî” stratejisi çizmiştir. O, hepimize, İslâm ve özellikle Arap âlemine tebliğ ve irşad vazifesinde muhteşem, şaşmaz, şaşırtmaz bir örnek, bir üsve-i hasenedir.
Zaten onun tebliğ ve irşad metodu geçmiş büyük zatlarla da örtüşmektedir. Meselâ, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı A’zâm Ebû Hanîfe ve Ahmed ibn Hanbel gibi zatlar, hapse atıldıkları, işkence ve zulümlere maruz kaldıkları halde, müsbet hareketi elden bırakmamışlar; “Yeryüzü düzeltildikten sonra onda bozgunculuk yapmayın.” (A’raf Suresi, 7/56), “Allah bozguncuları sevmez.” (Mâide Suresi, 5/64), “Islâh et, bozguncuların yoluna uyma.” (A’râf Suresi, 7/142) gibi Kur’ân’ın emirlerini hayatlarında tatbîk etmişlerdir.
Geçmiş dönemlerde din adına hareket eden “siyasal İslâm” ve bugün “dindarların iktidarı ele geçirme siyaseti” örnekleri ve bu uğurda, siyaset labirentlerinde heba edilen imkânlar, vakitler, nakitler, himmetler, gayretler ders almak için yetmedi mi?
08.10.2013

4 Ekim 2013 Cuma

ÇOCUKLARIN BESLENMESNE DİKKAT EDELİM

Sınav Öncesi Beslenme


Uzmanlar öneriyor: Sınav öncesinde ve sırasında basit şeker içeren çikolata, tatlı ve bisküvi gibi gıdalar alınmamalı.

Sınav haftasında dengeli ve sağlıklı beslenmek, başarı ve motivasyona olumlu katkı sağlıyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Gizem Keservuran sınava hazırlananlara “Öncelikle kendinize 3 ana, 2-3 ara öğün şeklinde dengeli beslenme düzeni planlayın” önerisinde bulunuyor.
“Unutulmamalıdır ki sınav sırasında başarıyı etkileyen mucize besin yoktur. Ancak sınava hazırlık dönemi boyunca tüm besinleri içeren yeterli, dengeli ve bilinçli beslenme hem fiziksel ve ruhsal sağlığı olumlu etkiler, stres etkilerini azaltır, hem de okul ve sınav başarısına katkıda bulunur” diyen Keservuran, sınavlarda başarıyı artırmak için beslenme önerilerini şöyle sıralıyor:
KAHVALTI YAPILMAZSA DİKKAT DAĞILIR
“Beynin enerji ihtiyacını karşılayacak en önemli öğün olan kahvaltının yeterli-dengeli ve bilinçli hazırlanmış besinlerden oluşması gerekir. Akşam yemeğiyle sabah kahvaltısı arasında yaklaşık 10- 12 saatlik bir süre geçer. Bu süre içinde vücut besinlerden sağladığı enerjinin neredeyse tümünü kullanır. Sabah kahvaltı yapılmazsa beyin fonksiyonları için yeterince enerji oluşmaz. Yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve algılamada azalma görülebilir. Araştırmalar, sabah kahvaltısı yapan öğrencilerin okula devam ve okul başarılarının yapmayanlara göre çok daha iyi olduğunu göstermiştir. Hem sınav sabahı hem de tüm hazırlık dönemi boyunca, sabah kahvaltısı yüksek önem taşımaktadır.
ÇAYA TARÇIN KATIN
Sabah kahvaltısında günaşırı 1 tam yumurta tam dengeli protein olması açısından tüketilmelidir. Kahvaltıda uyarıcı etkiye sahip çay kahve yerine mate çayı + zencefil + karanfil + kabuk tarçın + limon dilimi çaylarını karışık olarak demleyin. Tarçının kan şekerini düzenleyici etkisi nedeniyle tüketilmesinde fayda vardır. Kişi kan şekerini dengelemek, konsantrasyonun uzun süre devamlılığını sağlamak adına içtiği tüm çaylara ve kahvesine 1 adet çubuk tarçın eklemeli.
ŞEKER UYKU GETİRİR
Beynimiz enerji kaynağı olarak karbonhidratları kullanmaktadır. Ancak karbonhidrat dediğimizde aklımıza ilk olarak basit şeker gelmemeli. Unutulmamalıdır ki beyin kandaki şekeri enerji olarak kullanmaktadır. Sanılanın aksine sofra şekeri, yani basit karbonhidratlar, kan şekerini hızla yükseltip düşürdüğü için beynin şekere olan ihtiyacını karşılamaz ve kanda hipoglisemiye (kan şekerinin düşmesi) sebep olur. Bu durum dikkat dağınıklığı, konsantrasyon bozukluğu ve uyku halini beraberinde getirir. Bu yüzden sınav öncesinde ve hazırlık döneminde fazla miktarda basit şeker içeren gıda yani çikolata, şekerleme, bonibon, jelibon, tatlılar ve bisküviler yenmesi en büyük yanlışlardan biridir.
BALIK ÖĞRENMEYİ ARTIRIR
Sınava bir hafta kala, haftada 3-4 gün mutlaka balık eti tüketilmelidir. Oldukça zengin omega 3 kaynağı olan balık hafızayı güçlendirir, öğrenmeyi ve konsantrasyonu arttırır. Ayrıca sınava hazırlık dönemi boyunca öğrencinin her sabah 1 tam ceviz içi – omega 3 kaynağı tüketimi konsantrasyonu arttırmak adına oldukça önemlidir. Beyin işlevleri ve sinir sistemin de görev alan B grubu vitaminler oldukça önemlidir. Bu nedenle ekmek olarak, kan şekerinin de dengeli seyretmesini sağlamak, zengin B vitamini kaynağı olması nedeniyle mutlaka tam buğday ve çavdar ekmekleri tercih edilmelidir.
SÜTÜ VE AYRANI AKŞAM İÇİN
Ara öğün olarak 3-4 adet kara erik kurusu + 1 tam ceviz içi vitamin ve mineral açısından oldukça zengin bir seçenek olabilir. Gündüz tüketildiğinde uyku şikayetlerine sebep olması nedeniyle süt yoğurt ve ayran gibi gıdaları yatmadan 2.5 saat önceki ara öğününüzde tercih edin. Eğer kabızlık şikayeti yoksa çocuğunuza her gün mutlaka 1 muz yedirin, hem serotonin- mutluluk hormonu salgılanmasını tetikler, hem de zengin potasyum kaynağıdır. Dolayısıyla dikkat dağınıklığını da engellemiş olursunuz.
EKİNEZYA ZİHNİ AÇAR
Sınava hazırlık döneminde bağışıklık sisteminin güçlü olması, enfeksiyona yakalanmamaları da zihinsel ve bedensel performans açısından oldukça önemlidir. Bu nedenle, ek olarak haftada 3-4 gün 1 bardak ekinezya çayı içebilirsiniz. Bu dönemde antioksidan içeriği yüksek besinler, stres ve gerginliği azaltmak adına oldukça önemlidir. Kara erik kurusu, çekirdekli siyah üzüm kurusu, çilek, domates, havuç, ananas ve kabuklu elma oldukça zengin antioksidan kaynaklarındandır.
SINAVDAN BİR GÜN ÖNCE...

DIŞARIDA DEĞİL EVDE YİYİN: 
Sınav öncesi gece beslenmesi de en az kahvaltı kadar önem taşımaktadır. Sınava girecekler, gıda zehirlenmesine karşı mutlaka evlerinde, taze gıdalarla hazırlanmış yemeği yemeliler. Daha önce tüketmedikleri gıdayı yememeli, dışarıda yemek yemeyi tercih etmemeliler.
GAZ YAPICILARDAN UZAK DURUN: Bir gün öncesinde gaz problemi oluşturacak kurubaklagil, lahana, pırasa, kereviz, bezelye, bulgur pilavı, kısır, mercimek köftesi gibi besinlerden uzak durulmalı.
MİDENİZİ KORUYUN: Mide rahatsızlıklarına sebep olabileceği düşünülerek yağda kızartma, birçok besinin bir araya gelmesiyle oluşan karışık yemekler, çok yağlı, ağır soslu yemekler tercih edilmemeli, mümkün olduğu kadar az işlenmiş ve sade besinler tercih edilmelidir.
ALERJİSİ OLANLAR YUMURTAYA DIKKAT: Mevsim itibari ile alerjilerin arttığı dönemdeyiz. Yumurta, alerjik gıdalarımız arasındadır dolayısıyla yumurta tüketimine dikkat edilmeli. Eğer çocuğun çeşitli gıdalara veya polen alerjisi varsa ebeveynler yumurta konusunda daha dikkatli olmalı.
SINAV SIRASINDA ŞEKER YERİNE YABAN MERSİNİ: Atıştırmalık olarak glisemik indeksi düşük olan yaban mersini (fazla tüketildiğinde kabızlığa neden olabilir), kara erik kurusu, çiğ fındık, badem ve ceviz tercih edilebilir.
STRESTEN UZAK GÜZEL BİR UYKU İÇİN…
500 ml sıcak suda 1 poşet papatya + 1 poşet melissa + 1 poşet tarçın karanfil çaylarını karıştırın. Yatmadan 1-2 saat önce 1 fincan için. Bu çay karışımı hem rahat uyku uyumanızı sağlayacak, hem de stres faktörünü minimuma indirecektir.
BU NOKTALARA DİKKAT!

SUCUK YOK: Sınav esnasında susamaya neden olabilecek aşırı tuzlu besinlerden kaçınılmalı (salamuralar, sucuk, tuzlu çubuk krakerler vb).
BİTKİ ÇAYI TERCİH EDİN: Kahvaltıda içecek olarak kafein içeren çay, kahve yerine taze yeşil çay, tarçın, karanfil, elma, kuşburnu gibi bitki çayları tercih edilebilir.
AİLELER ÜRKÜTMESİN: Doğru olan, normal davranış tarzı mümkün olduğunca korunmalı. Sınav öncesi, akşam yemeği ve sabah kahvaltısında daha önce tüketilmemiş gıdalar denenmemeli aileler bu konuda ısrarcı ve ürkütücü olmamalı.
ARA ÖĞÜNÜ ATLAMAYIN: Sınav hazırlık dönemi boyunca kan şekeri düşüklüğünü önlemek adına kesinlikle ara öğünler atlanmamalı.
GECE 1 AVUÇ KABAK ÇEKİRDEĞİ: Gece sık idrara çıkma şikayeti varsa yatmadan önceki ara öğünde 1 avuç kabak çekirdeği tüketilebilir. Bu sayede uykunuz bölünmemiş, daha derin ve rahat uyku uyumuş olursunuz.
FAZLA SIVI ALMAYIN: Yatmadan 2.5 – 3 saat öncesinde kafeinli, gazlı içecek, çay ve kahve tüketilmemeli. Ayrıca fazla sıvı alınmamalı. Fazla sıvı gece sık idrara çıkmaya ve kişinin uykusuz kalmasına neden olur.
SINAV AKŞAMI İÇİN ÖRNEK MÖNÜ: Izgara bonfile / biftek, zeytinyağlı enginar, yeşillikli salata – zeytinyağlı, 1-2 dilim çavdar ekmeği veya 2-3 yemek kaşığı sade (yağsız) makarna.
KAHVALTI İÇİN ÖRNEK MÖNÜ: Tam buğday – çavdar – çok tahıllı ekmek (B grubu vitaminlerin zengin kaynağı beyin fonksiyonları için önemli), 1 tam ceviz içi + 2-3 adet çiğ fındık / badem (önemli magnezyum kaynağı , Beyin fonksiyonları için önemli), az yağlı beyaz peynir, 1 su bardağı taze sıkılmış elma suyu (stres , ağrı ve yorgunluk şikayetlerini engellemek + beyin fonksiyonları için önemli), 3-4 adet kara erik kurusu (demir minerali açısından zengin, konsantrasyon ve dikkat için önemli), 1 tam yumurta (hem zengin demir kaynağı hem de kan şekeri düzenlenmesinde etkin örnek protein).