Deccalizm akımı |
Zamanımızı Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, basit bir sosyal hadise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildir. Asrımızı çalkalayan ve gelecek devri de etkileyebilecek, insanları mânâ âlemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enâniyetin, şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.
|
|
|
18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da etkisini göstermeye başlayan bazı cereyanlarca şöyle iddia ediliyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.”
Nietzsche, Hegel, Feuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger gibi isimler Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizmin öncülüğünü yapıyorlardı. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mânevîyata savaş açmışlardı.
1791’de Olympe de Gouges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile, Feminizm de nükseder. Kadınlık imajı birinci plandadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker; beşerin huzurunu bozar.
Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar batıda süren “beyaz kadın” ticaretine bir tepki olarak doğmuştur. Fakat kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, tamamen çığırından çıkmış ve dünyamızı kasıp kavuran bir fitne haline dönüşmüştür.
Augusteizmin, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahudi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder.
Hemen peşinden Darwinizm gelir. Darwin, İngiliz biyoloji ve tabiat âlimidir. 1859’da “Nevilerin Menşei” isimli kıtabıyla, insanlığı Halık-ı Kâinat’tan koparmaya çalışır; tabiata, tabii selleksiyona, evrime, maymuna, tesadüflere bağlar...
Ardından Marksizm çıkar. Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, mânevîyata savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirirek pratiğe geçirir. O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in hâmiliğini üstlenmiştir.
Buna paralel Komünizm, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mânâ adına ne varsa, söküp atmaktadır.
Batıda, Kilisenin baskısı ve tasallutundan, engizisyon istibdadından iki cereyan daha çıkar: Laikizm ve Sekülarizm. Biri dinî dünya işlerinden ayırır, vicdana hapseder! Öbürü ise, dinî, hayata hiç karıştırmaz.
Hepsi de maddeye, nefse, şehvânî duygulara hizmeti esas almış, mânevîyatı dünyalarından çıkarmıştır.
İşte bütün bu “izm”lerin birleşmesinden de “Deccalizm” meydana geldiğini söyleyebiliriz. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu cereyan, din ve mânevîyatı kabul etmemekte; varlığının sebebini onunla mücadele olarak görmektedir.
|
29.10.2013 |
Deccalizmle barıştırarak dünyevîleştirme! |
Günümüzde mü’minleri deccalizm ile barıştırarak dünyevîleştirme desiselerine dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Hepimizi, Hıristiyan âlemini, hatta bütün insanlığı ilgilendiren Deccaliyet / Deccalizm denen müthiş cereyanı tanımak ve karşısında yer alarak mücadele etmek durumundayız. Ki, vahye sırtını dönmüş bütün felsefî akımların birleşmesinden hasıl olan müthiş bir cereyandır bu. Aynı zamanda “eyyamcılığı ve ahlâkî dejenerasyonun tümünü” de kapsar…
|
|
|
Kur’ân ve Hadîs’in günümüze bakan müteşâbihatını / kapalı yönlerini, şifrelerini de çözen Bediüzzaman; “Deccalizmin” doğacağını çok önceleri teşhis etmiştir. Kıyamet alâmetlerini ve özellikle de Deccalleri deşifre etmiştir.1 Risale-i Nur eserleriyle düşüncelerini yerle bir etmiş, çürütmüştür.
Her mü’min Deccalizmin tehlikesini önemsemeli. Çünkü, bugün de din, dinsizlik, siyaset, ekonomi, kültür ve sosyal eksende yapılan bütün tartışmaların, verilen mücadelelerin, belki işgallerin ve savaşların temelinde Deccalizm, “İkinci Avrupa” zihniyeti vardır. Karşısında da, tabiî ki Mehdiyet cereyanı! Dolayısıyla herkes, kimden tarafa olduğunu belirlemeli. Haksızlık ve zulüm karşısında asla suskun kalınamaz. Tahribatını önlemek ve hedefi vurabilmek için ise, özellikle Deccalizmi ve temsilcilerini iyi tanımak son derece önem arz eder.
Dikkat kesilmeliyiz ki; Deccalizmin yamakları, deccalları/süfyanı kimi zaman dindar, kimi zaman büyük bir kahraman gibi lanse ederek ona sevgi besletebilirler. Bu da müstebit sistemlerinin devamı anlamını taşır. Bediüzzaman, bu manadaki şahıs ve zümre istibdadlarının kırılmasının hayatî bir önem taşıdığına dikkat çeker.
Risale-i Nur’un birinci mücadele hedefi şirk, inkâr-ı Uluhiyet fikriyle mücadeledir. Bunun da temsilcileri Deccalizm akımlarıdır. Yazık ki, bazıları onun oyununa geliyor ve âlet oluyor! Deccalizmin uygulayıcısı ve temsilcisi müstebit sistemle, rejimle anlaşma sağlama cihetine gidiyor. Yapılan teklif dessasane ve caziptir: “Sen rejime, sisteme lâf etme, zaman zaman öv, sev, sevdir; her türlü maddî-manevî desteği yanında bulursun!”
Kabul eden ve birlikte çalışmakta bir beis görmeyenlere her türlü maddî destekler yapılır, dünyevîleşmenin her türlü cazibedar kapıları açılır. Halbuki Risale-i Nur’da bu kapılar kapatılmıştır:
“Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir!”2 “Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.”3
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 497-515.
2- Mektubat, s. 406-407. 3- Lem’alar, s. 146.
|
25.10.2013 |
Siyasetin dünyevîleştirmesi 2
Ehl-i dünya, ehl-i hamiyeti kimi zaman tembellik, bazen de çalışkanlık damarından yakalar. “Haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin.”12
| |
|
Evet, ifsat komitelerinin ehl-i iman aleyhindeki dehşetli planları bitmiyor... Düşünmüyor değilim: Yakın geçmişte orta dereceli okullardaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerini (neredeyse, bütün ilahiyatçıları) okul, şube, ilçe, il Millî Eğitim müdürü ve yardımcılıklarına atamışlardı. Müdürlük almayan İlahiyatçı bir arkadaşımıza, “Heykeli dikilecek adamsan; ama heykel de memnu!” diye takılıyorlardı hatta... Zahiren bakıldığında “İlahiyatçılar işbaşında, ne güzel!” gibi görünebilir. Ancak, meselenin manevî boyutu dikkate alındığında dehşetli bir planın sahnelendiği görülür...
Hubb-u cah (makam, mevki ve şöhret sevgisi) siyasetçiyi öylesine sarar ki, dünya/iktidar o kadar tatlı gelir ki, artık dinî meseleler değil, iktidar, güç, ekonomi önplana çıkar. Siyaset bağımlısı olur, tarafgirliğin pençesine düşer ve herşeyi siyaset gözüyle değerlendirmeye başlar. Bütün meselelerini siyasete, iktidara, güce endeksleyenin de dünyaya meyli artmaz mı? Siyasetin veya çarpık sistemin canavar kanunlarını uygulamaya kalkarken zulme sebebiyet verilmez mi? Din, iktidar uğruna rüşvet verilmez mi? Sonuçta da, “İnananları idare edeceğim!” derken, maalesef Rabbinin idaresinden çıkılmaz mı? Makam ve mevki, menhus bir maaş uğruna dinî vecibeleri, namazı-niyazı terk ettirmez mi?
“Bir senelik hayat-ı dünyevîyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebedîyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır…”13
İşte bir yazarımızın, bazı Müslümanların siyaset yoluyla dünyevîleşmesi ve akıbetleri hakkındaki tasviri:
“Müslümanlar çağdaş, modern/asrî hayata, züccaciye dükkânına giren fil gibi girdiler. Onlara etkili bir şekilde öğüt verilmiş olsaydı bu kadar fısk, fücur, günah, isyan, tuğyan, azgınlık olmayacaktı. Eline para ve imkân geçiren bir kısım Müslümanlar lüks, israf, sefahat, saçıp savurma, gösteriş, gurur, kibir, aşırı tüketim, aşırı konfor bataklıklarına yuvarlandı. Son 25 yıl içinde lüks meskenlere, lüks binitlere, lüks dekorasyona, lüks yazlıklara, lüks giyim kuşama, lüks yemeğe içmeye trilyonlarca dolar harcandı. İslâm bunları günah ve isyan olarak gösteriyordu. (...) Müslümanlar para, mal, servet, zenginlik tuzağına düştüler... Beş yıldızlı otelleri beğenmediler, yedi yıldızlı otellerde caka sattılar. Şeriat hükümlerini ve İslâm ahlâkını hiçe saydılar. Hedonist ahlâk ile ahlâklandılar. Kıymetli yıllar boşa gitti... Şeytanın maskarası oldular.”14
Unutmayalım; her şeyle deneniyoruz. Bugün; hubb-u cah, tama, şan ve şöhret, makam-mevki vs. ile de imtihandayız...
Dipnotlar:12- Mektûbât, s. 401, 414. 13- Mektûbât, s. 407. 14- M. Şevket Eygi, Millî Gazete, 25 Eylül 2008.
|
24.10.2013
Siyasetin dünyevileştirmesi 1 |
|
Ne pahasına olursa olsun sonuç almak isteyen; sayısız olumsuzlukları doğuran; adaleti, hukuku, kanunu değil; kuvvet kullanıp zulme sebebiyet veren siyaset;1 dünyevîleştiren siyasettir. Din adına ortaya çıktığı halde gayr-i meşrû olup, idâre ve asâyişe zarar veren;2 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz; fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi yapan;3 zulme sebebiyet veren, tarafgir, kalbleri bozan;4 dinde hissesi olmayanları büyük vartalara atan;5 gaddar ve zalimlerin propagandası olan; aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu birbirine karıştıran;6 menfaati esas tutan;7 fikri hezeyanlaştıran;8 yalancı ve insanlığın maslahatına zıt olan9 canavar siyaset dünyevîleştiren siyasettir.
Keza, Allah için sevmenin ve Allah için buğz etmenin yerini,10 siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmenin aldığı; melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen ortak eden siyaset11 dünyevîleştiren siyasettir.
Siyasî gevezelik de bir alışkanlık ve hatta bağımlılık hâline gelebilir. İlgi alanında olup; etki alanındaymış gibi değerli zamanını siyasî tartışmalar ve gevezeliklerle geçirten siyaset de dünyevîleştiren siyasettir.
Gençliğin siyasetle bağımlı hale getirilip dünyevîleştirilmesi, farkına varılmayan dehşetli bir hastalıktır ki, manevî değerleri de yer bitirir. Nefis ve şeytan burada dehşetli bir tuzak kurarak; “Siyasetle dine hizmet edeceğim!” dedirtir; sonra da sarıp-sarmalar, ibadet ve tâaten uzaklaştırır; siyaset çarkları arasında mahveder. Onlarca yıl, “Siyasal İslâm” adına, “Yaşasın İslâm, tek yol İslâm, Şeriat gelecek dertler bitecek!” gibi üç-beş sloganla nesilleri meşgul ettiler. Pırıl pırıl milyonlarca insanı, siyasetin labirentlerinde dolandırdılar, 30 yılı aşkın… Ne var ki, “siyasal İslâm”ın çıkmaz sokak olduğu anlaşıldı.
Peki, nereye gidecekti bu dinamik, enerjik genç insanlar? İlme, tefekküre, araştırmaya mı yönelecek, laboratuvara mı girecek? Bu, bazıları için tüyler ürpertici bir şeydi. İşte, “ifsat komiteleri”, hubb-u cah, tama ve dünyanın başka cazibedar şeylerini göstererek, bu sefer de “gömlek değiştirterek, siyasetin ılımlı kulvarlarında” koşuşturmaya başlattılar. Gayretli, hamiyetli, çalışkan insanları da büyük makamlara çıkarıp, işe boğup meşgul ettiler. Tâ ki, dine, imana, Kur’ân’a hizmete fırsat bulamasın. Zamanla hizmetinden, hatta dâvâsından vazgeçsin!
Dipnotlar: 1- Lem’âlar, s. 165-166. 2- Şuâlar, s. 306. 3- Kastamonu Lâhikası, s. 34. 4- Emirdağ Lâhikası-2, s. 177. 5- A.g.e, s. 51-52. 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 78. 7- Emirdağ Lâhikâsı-1, s. 204. 8- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6. 9- Münâzarât, s. 53. 10- Buharî, Îmân: 1. 11- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 169.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder