30 Eylül 2013 Pazartesi

EĞİTİMDE PANSUMAN TEDBİRLER

“Dershanelerin kapatılması” muamması

25 Eylül 2013, 09:15
Cevher İlhan
Eğitim sisteminde son yıllarda âdeta “suçlu” ilân edilen üniversite hazırlık dershaneleri ile ilgili tartışmalar sürüyor. Aslında ülkenin dört bir yanında dershanelerin sayısının lise sayısından fazla olması, Millî Eğitim Bakanı Avcı’nın “okullar yetersiz ve verimsiz” sözüyle ikrar ettiği başarısızlığın sonucu.

Bakan, daha önce bu yasama yılının başında yapılacak düzenleme ile yasadan “dershane” tanımının çıkarılıp, dershanelerin özel okula dönüştürüleceğini söylemişti. Peşinden yasadan “dershane” tanımının çıkarılmasıyla, “dershane” adıyla herhangi bir eğitim merkezi kurulamayacağı kanunî zorunluluğuna karşı, bu kez dershanelerin isim değiştirerek “etüt merkezi”, “kurs” ya da “eğitim danışmanlığı merkezi” adı altında hizmet vermesinin söz konusu olacağını söyledi. Bu durum kafaları daha da karıştırdı.
Bakanlığın yaptığı bir araştırmaya atıfta bulunan Bakan’ın, dershanelerin yüzde 55’inin özel okula dönüşmeyi istediği ifâdesine karşı, mevcut haliyle özel okula dönüştürülecek dershane sayısının yüzde 20’yi -yaklaşık 700’ü- bile bulamayacağı gerçeği, bir diğer problem olarak duruyor.

Hülâsa, her gelen bakanla değiştirilen ve âdeta günâh keçisi haline getirilen ortaöğretime geçiş sınav modeliyle daha da belirsizliğe itilen yeni “eğitim sistemi”yle dershaneler tam bir muammaya dönüşmüş. Hâlâ yüz binlerce öğrencinin devam ettiği dört bin dershanenin akıbetinin ne olacağı sorusuna doğru dürüst bir cevap verilmiş değil…

BELİRSİZLİK VE TEDİRGİNLİK SÜRÜYOR
İşin asına bakılırsa, Başbakan’ın 2012-2013 eğitim yılında “dershanelerin kapatılacağı” ve fizikî şartları uygun olanların özel okula dönüşebileceği yönündeki çıkışının, çöken eğitim sistemine karşı toplumun ağzına bir parmak bal çalmaktan ibâret kaldığı, öncelikle iktidar partisindeki farklı görüş ve itirazlarla açığa çıkıyor.

En son dershanelerin kapatılması konusunda kararlı olduklarını vurgulayan Millî Eğitim Bakanı, özel okula dönüştürme konusunda çalışmaların sürdüğünü ve Meclis’in açılması ile düzenlemeye gidebileceklerini söylerken; Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ardından AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in Bakan’ın aksine “dershaneleri kapatma kararının ne Bakanlar Kurulu, ne de Meclis gündeminde olduğu” ifade edip, “Dershaneler kapatılmadı. Bazı istismarcılar, sanki dershaneler kapatılmış gibi bir hava vererek vatandaşı kandırabilir” diye konuşması dikkat çekici.

Bir diğer çarpıcı husus, birçok dershanenin özel okul olabilecek şartlara sahip olmadığını nazara veren dershane yöneticilerinin dershanelerin kapatılması için sınavların da kaldırılması gerektiğini, ancak kapatılma durumu olursa dershane ismini değiştirip ‘özel etüt merkezi’ adı altında faaliyetlerini sürdürebileceklerini ileri sürmeleri. Ve özel ders veren “eğitim merkezi” ya da “etüt merkezleri”nin mevcut dershane sisteminden daha pahalı olacağını söylemeleri.

Bu arada partinin yaptırdığı kamuoyu yoklamalarında da bu gerçek ortaya çıkıyor. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da, Başbakan’ın çıkışının teviline ve revizyonuna gidilmeye çalışılıyor. Ne var ki “çözüm” olarak önerilen “yeni sistem” de kendi içinde çelişkiler taşıyor…
Özetle, eğitim uzmanları, pedagoglar, eğitimci sendikaları ve dershaneciler, sistemin işlemeyeceği görüşünde hemfikir. Liselere yerleştirmede etkili sınav sayısının arttırılmasının, kapatılması yönünde çalışma yapılan dershanelere olan talebi daha da çoğaltacağını bildiriyorlar.

“Okul bağımlılığıyla sınavların kaldırılması” vaadine ve “ölçme sınavı”na karşı “merkezi ve yine sıralamaya dayalı sınav bağımlılığı” getiren yeni değişikliğin ağır okul sorumluluğuna sınav stresini de ekleyeceğini, sürekli kaygı altındaki öğrencilerin psikolojilerini ve sosyo-duygusal gelişimini bozacağını bildiriyorlar…

Gelinen noktada seviye belirleme sınavının (SBS) 1’den 36’ya çıkmasıyla zaten çocuklar âdeta kobay yerine konulmuş. Belirsizlik ve tedirginlik devam ediyor…

DERSHANELERE İHTİYAÇ ARTIYOR
Ve ilginç olan, kimse deshanelerin kapanacağını önemsemiyor. Bakan’ın, ortaöğretime geçiş sisteminde yapılan değişiklikle dershanelerin kapanma sürecine gireceği demecine rağmen, yeni kayıtlara devam eden dershanelerin yeni sınav sistemine entegreye hazırlanmaları, bunun göstergesi. (Milliyet, 6 .10.13)

Keza “Bakanlığın yaptığı değişikleri biz de dershanelerimizde uyguluyoruz” diyen Özel Dershaneler Birliği Derneği (ÖZDE-BİR) Başkanı Faruk Köprülü’nün, dershanelerin “yeni sistem”e göre hazırlandığını, din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi ile ilgili yeni müfredat oluşturulacağı misaliyle anlatması, bunun ifâdesi.

Tesbit şu ki, eğitim sisteminin temel sorunlarını çözmede politikalar geliştirmeyen Millî Eğitim Bakanlığı’nın her gelen bakanla sürekli sınav sistemiyle oynaması ve eğitim sistemine destekle Anadolu çocuklarının üniversite kapılarını aralamasına fırsat sunan dershaneleri kapatmaya uğraşması, sorunu daha da çıkmaza sokuyor. Problemleri daha da ağırlaştırıp içinden çıkılmaz hale getiriyor…
Zira mevcut eğitim sisteminde, dershaneler sadece öğrenciyi sınava hazırlamakla kalmıyor, yıl içindeki derslerine de katkı sunuyor. Bunun içindir ki, öğrencileri hem sınava, hem de sene içi derslerine hazırlayan dershanelere ihtiyaç artıyor…

26 Eylül 2013 Perşembe

EĞİTİMDE PROBLEMİN ANA KAYNAĞI, SİSTEM

Eğitimde problemin ana kaynağı ne?26.09.2013
Eğitim’de son 10 yıldır hemen her yıl yenilik, çağdaşlaşma adı altında sistem değişikliğine gidiliyor.
 
En köklü ve en önemli olanı ise 2004 yılında yapılan müfredata yönelik değişimlerdir. Şöyle anlatalım; 2005 yılından önce ‘öğretmen merkezli’ tabir edilen klâsik, ezberci bir eğitim sistemi ile eğitiliyorduk, 2004 yılında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından modern öğrenme tekniklerinin de kullanılabileceği öğrenciyi merkeze alan bir eğitim modeli benimsendi ve 2005 yılında uygulamaya geçildi. Bakanlığın artık karakteri haline gelmiş ‘kararı al ve hemen uygula’ hastalığı burada da nüksetmiş ve hiçbir altyapı hazırlığı tamamlanmadan mevcut sistem değiştirilmişti. 2005 yılında uygulanmaya başlanan yeni müfredat programıyla katı davranışçı programdan zihinsel, yapılandırıcı bir yaklaşıma geçildi. Sadece öğretim değil, eğitim de vurgulandı. Eleştirel düşünme, problem çözme, ‘yaratıcı düşünme’ (ifade böyle) gibi beceriler kazandırılması hedeflendi. Amaç öğrenciyi ezbercilikten kurtarmaktı. İlkokul birinci sınıflar okuma-yazma öğrenirken önce cümlelerle değil seslerle tanıştı. Alfabede ilk ‘a’ yerine ‘e’ harfiyle tanıştılar. Fişler tarihe karıştı. Kâğıt üzerinde güzel tanımlamalar. Ama uygulama da nasıl oldu? Yeni benimsenen sistemden maksimum verimi alabilmek için sınıf ortamlarının en üst düzeyde olması gerekmekte, hem sınıf mevcudunun bu sisteme göre düzenlenmiş olması gerekliydi, hem de öğrencileri yetiştirecek olan öğretmenlerin bu müfredata uygun şekilde ‘yetiştirilmesi’ gerekliydi. Öğretmen eksiklikleri ‘hizmet içi’ eğitimlerle kısmen yapılsa da ne kadar yeterli olduğu tartışmaya açık. Gelelim temel problem ‘sınıf ortamına’. Evvelinden beri bilinmekte olan en temel problem sınıf mevcutlarının çok kalabalık olmasıdır. Kalabalık sınıflar ‘öğretmen merkezli’ eğitim sisteminde kör-topal ilerlebiliyorken, öğretmenin fonksiyonunun neredeyse sıfıra indiği yeni sistemde tıkanmalar başladı. Yeni sisteme göre ‘öğrenci’ araştıracak, öğrenmeye istekli olacak, öğrenmeye açık olacak, bilgiyi bulacak, kendi zihnine göre yapılandıracak, öğrendiğini yaşayacak ve kalıcı bir davranış değişikliği sergileyecek! Millî Eğitim’in kâğıt üzerinde belirlediği hedefler bunlar. Ama kalabalık sınıflarda bu ne kadar mümkün. Köklü değişimin üzerinden 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, Bakanlık temel problemi görmeyip, ikincil problemlerle ilgilenmeye başladı. Sınıf ortamını benimsenen felsefeye-sisteme-modele göre hazırlamak yerine, hazırlıksız geçilen sistemle bariz bir şekilde ortaya çıkan başarı düşüklüğünün faturasını ‘sınav’ olgusuna yükledi. Hemen her 2 yılda bir sınav sistemiyle ilgili oynamalar yapıldı. Karışık olarak yazıyorum OKS, LGS, SBS, DPY, ÖSS, ÖYS, ÖSYS, YGS, LYS ve KPSS... aklıma gelenler şimdilik bunlar atladığım var mı bilemiyorum. Bunlar ilköğretim son sınıftan, üniversiteden mezun olduktan sonraya kadar devam eden sınavlar. Dönem dönem isimleri değişse de işlevleri aynı! Öğrenciler başarısız, çünkü kabahat hep sınavların. Ah bu sınavlar!
66 AYLIK İNATLAŞMASIHazırlıksız yapılan bir değişiklikte 4+4+4 namı ile meşhur olan ve milletçe hakarete uğradığımız sistem. Yine hiçbir alt yapı hazırlığı yapılmadan 66 aylık çocukların okula başlamasını gerektiren bu sistem de, hatırlanacağı üzere çok tartışılmıştı. Gerek okul ortamının, gerek sınıf ortamının, gerek çocuğu okutacak olan sınıf öğretmeninin, gerekse 66 aylık öğrencilere uygun olarak hazırlanmamış müfredatın facia ile sonuçlanacağını anlayan bilinçli veliler, çocuklarını ‘rapor’ vb çözümlerle okula göndermemeye çalışmıştı. Bunun üzerine Başbakan’ın “66 aylık çocuğa rapor alanları, evlâtlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Niye evlâdım ‘gerizekâlı’ diyorlar” açıklaması oldukça tepki çekmişti. Gelinen noktada Millî Eğitim Bakanlığı da yaptığı yanlışı anlamış olacak ki, bu yanlıştan dönüp ‘isteyen aileler dilekçe veya rapor yoluyla çocuklarını okula göndermeyebilir’ açıklamasını yaparak olaya nokta koydu. Nokta koydu, ama ‘üzeri çizilen binlerce 66 aylık’ ne oldu?
TABLET PROJESİ EĞİTİMİ DÜZELTİR Mİ?Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı yanlışlardan ders almamış olacak ki, neye yarayacağı belli olmayan, pilot okullarda denenmesine rağmen olumlu sonuçları açıklanmamış, eğitime katkısı olmadığı gibi eğitimden alıp götüreceği çok şey olan, müfredatı ve ‘sınıf ortamı’ öğretime uygun olmayan, F@tih ismini verdikleri, her öğrenciye “tablet projesi”yle işi yine aceleye getiriyor! Her şey bitti tabletimiz mi eksik kaldı? Eğitimdeki bütün sıkıntıları giderecek bir derman mıdır bu tablet? Elbetteki hayır! Ama nedense bu proje kamuoyunda yeterince tartışılmadı. Teknolojinin bireyi giderek yalnızlaştırdığı bu asırda, özellikle okul dışı zamanlarının büyük bir çoğunluğunu bilgisayar-internet başında geçiren bir nesile ‘sınıf ortamı’nda da tablet vermek ne kadar mantıklı? Bu çocuklar evde aileleri ile iletişim kurmuyorlar, okul dışında bir sosyal çevreleri yok! Sosyal çevre denilen şey artık Facebook’ta ki beğeni sayısı, Twitter’daki takipçi sayısından ibaret! ‘Sosyal’ paylaşım adı altında ‘anti-sosyal’ bir hayat! Beynini akıllı telefon, tablet, bilgisayar ekranına USB-WİFİ ile bağlamış bir nesil... Başbakan’ın hayalini kurduğu ‘nesil’ bu mudur yoksa? Bir devlet bile bile ‘geleceğini’ çöpe atar mı? Atıyor işte. Tablet Projesi belki 1-2 derste, ama maksimum 15-16 kişilik, mümkünse daha az mevcutlu sınıflarda nokta atışı yapabilecek, belki de öğrencinin modern çağın gerekliliklerine ayak uydurmasını sağlayacak bir aparat olabilir. Ama açıklamalar eğitimin tamamen ‘tablet’ endeksli olacağı yönünde olunca, kendi kendime Bakanlığın amacının ne olduğu sorusunu soruyorum, bir cevap bulamıyorum. Bakan Avcı’nın tablet ile ilgili yaptığı açıklamada söylediği sözler, Millî Eğitim’in sorunu yanlış tesbit ettiğinin göstergesidir aslında. Bakan Avcı “Bu projeyle herşeyden önce eğitimde fırsat eşitliği yanında bölgeler arası teknolojik eşitsizliği de ortadan kaldırmayı düşünüyoruz. Toplumun eğitime ilişkin beklentilerini karşılamayı amaçlıyoruz. Çocuklarımızın ve gençlerimizin sosyoekonomik durumu veya şartları ne olursa bilişim teknolojilerinin imkânlarından yararlanarak kendilerini geliştirmelerini, bilgiye ve dünyaya açılmalarını sağlamak istiyoruz.”  Bakan Avcı’nın açıklamalarında altını çizmek istediğim noktalar var. ‘eğitimde fırsat eşitliği’ ve ‘bölgeler arası teknolojik eşitsizlik’! Bir hatıramı paylaşmak ihtiyacı görüyorum. Örneği ile anlatacağım ki ‘anlayacak kapasitesi olmayanlar’ anlayabilsinler (onlar kendilerini biliyorlar).
İŞTE O OKUL!2009 yılı Ekim ayında Doğu Anadolu’nun küçük, fakir bir vilayetinde, bir köy okulunda ‘ücretli öğretmenlik’ yaptım. Görev kâğıdımız yazıldı ve 3 öğretmen arkadaş köye doğru yola koyulduk. Okul! (okul denilebilirse) zamanında devlet tarafından yapılmış ve öylece bırakılmış. Eski tip çift camlı ahşap pencereler (çoğu kırık), sınıf tabanında çöküntüler, rutubetten çürümüş duvarlar, tuvaletinde taharet musluğu olmayan, tuvaletinde lavabosu olmayan, temiz olmasına rağmen çekmeyen bir baca ve sacdan yapılmış altı delik bir tezek sobası! İki sınıflı okulda her iki sınıfta da manzara aynı! Bu manzarayı görüp hayal kırıklığı yaşarken, depo olarak kullanılan 3 metrekarelik müdür odasının kapısını açtığımızda, sinirden ne söyleyeceğimizi bilemedik. Çünkü 50 metrekarelik sınıfı altı delik sac sobaya mahkûm eden Bakanlık ‘bölgeler arası teknolojik eşitsizliği’ ortadan kaldırmak amacıyla okula 7 (yazıyla yedi) adet bilgisayar göndermiş. Tepegöz, projeksiyon cihazı ve perdesi, fotokopi makinesi, uydudan internet, daha neler neler... Bakanlık ‘teknolojik eşitsizliği’ gidermiş! Harika, şimdi bu tabloya göre öğrencilerin her ay fezaya roket göndermeleri gerekiyor değil mi? Ama durum öyle mi? Diğer iki arkadaşla görev dağılımı yaptık. Sınıf öğretmeni daha çok vakit ayırabilsin diye 1. sınıfları ayırdık. 2. ve 3. sınıfları bir arkadaşa verdik, ben ise 4. ve 5. sınıfları okutuyorum. 3 öğretmen 5 sınıf (fırsat ve imkân eşitliği bu olsa gerek!). Her öğretmenin yeni sınıfına girdiğinde yapacağı ilk iş, “Bu sınıf bugüne kadar neler öğrenmiş” sorusuna cevap bulmak olmalı! Öyle öğretiler bize. Şimdi uygulama zamanı! 4x4 kaç eder çocuklar? Sınıfın yarısından cevap yok! 2x2=? Vaziyet aynı.. Çalışmalar sonucunda gördüm ki 49 kişilik sınıftan 29 öğrenci ya harfleri hiç tanımıyor, tanıyanlar da birleştirme de problem yaşıyor. 29 öğrenci okuma yazma bilmiyor! “İbro, İbrocik, İbrohimo” isimli öğrencim (210) olan numarasını 20010 olarak yazıyor.. İbrahim sadece bir örnek Suat’lar, Murat’lar, Sevgi’ler... Neden? Halbuki 7 tane bilgisayarları var! Bu çocukların uçuyor olması gerekmez miydi!?
GÖKHAN YILMAZ

21 Eylül 2013 Cumartesi

NEDEN OKUMALIYIZ ?

Neden okumalıyız?

1. İnsan dünyaya bilmeden geldiği ve okuyarak insan olduğu için…
2. Allah’ın verdiği akıl ve zekâyı öldürmemek, geliştirmek ve parlatmak için…
3. İnsanın meyvesinin bilgi olduğu, bilginin de okumakla kazanıldığı için…
4. İnsan ruhu ve duyguları okuyarak terbiye olduğu ve geliştiği için…
5. Kendimize, ailemize, çevremize ve ailemize faydalı olmak için…
6. Hayalimizi terbiye etmek ve faydalı hayaller kurabilmek için…
7. Ufkumuzu açmak, önümüzü görmek ve geleceğe bakmak için…
8. Kendimizi ve çevremizi tanımak ve doğru iletişim kurmak için…
9. Hayatımızı kolaylaştıracak olan teknik ve teknolojiden faydalanmak için…
10. Zekâ yaşının takvim yaşı ile beraber büyümesi için…
11. İnsanın yaşaması yemeğe, insanlığı okumaya bağlı olduğu için…
12. İki ayak üzerinde gezen ölüler olmamak için…
13. Kör olmamak, ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bilebilmek için…
14. Beynimizin ve zekâmızın sınırlarını ve ne kadar güçlü olduğumuzu bilmek için…
15. Çevremizin, internet ve televizyonun her türlü kötü telkinlerinden kurtulmak için…
16. Geleceğin bilgi çağı olduğunu bilerek geleceğe ayak uydurmak için…
17. Hiçbir dostun bize kitaptan daha faydalı olmadığını bildiğimiz için…
18. Yalnızlıktan, can sıkıntısından ve stresten kurtulmak için…
19. İnsanları ve dünyayı anlamak, anlam katmak için…
20. Akıl ve hayalimizin sınırlarını dünyadan daha geniş hale getirmek için…
21. Hayatımıza anlam katmak, ömrümüzü uzatmak ve faydalı kılmak için…
22. Ahlakımızı yüceltmek ve toplumun ahlak ve kültürüne katkı yapmak için…
23. Derslerimizde başarılı olmak, okuduğumuzu daha hızlı anlamak için…
24. Daha iyi bir yaşama layık olabilmek için…
25. Hayatımızın önüne konan binlerce engeli kolayca aşabilmek için…
26. Günahlarımızdan uzaklaşmak ve Allah’a daha yakın olabilmek için…
27. Efendi, hanımefendi ve beyefendi olabilmek için…
28. Topluma örnek iyi bir insan olabilmek için…
29. Yüce Rabbimizi tanımak ve onun sevgisini kazanabilmek için…
30. Sevgili peygamberimizin tavsiyelerine uymak ve sevgisini kazanmak için…

DEMOKRATLIK VE DEMOKRAT OLABİLMEK

Mustafa CAN
Dünyada insanlar bir topluluk halinde yaşarlar. Bu insanların acz ve zaafından ve yardıma muhtaç olmalarından kaynaklanır. İnsanın ihtiyacı tüm dünyayı kuşatmış, arzu ve emelleri her yere uzanmıştır. Bundan dolayı toplum içinde yaşamaya mecburdur. Sosyal hayatta insanların da hukukunu korumak için yöneticiye ihtiyaç vardır. Ta ki hak ve hürriyetler korunsun, haklar alınsın haksızlar cezalandırılsın ve adalet sağlansın.
Hürriyetin güvencede olduğu, hakların korunduğu ve hukukun üstünlüğünün esas alındığı sistem ise dünyada “Demokrasi” olarak isimlendirilmiştir. Demokrasinin alternatifi istibdat ve keyfî yönetimdir. Bu nedenle iki türlü sistem vardır. İstibdat ve hürriyet. Hürriyeti esas alan yönetime demokrasi, hürriyetlerin güvencede olmadığı keyfî yönetimlere de istibdat denir bir başka alternatif de yoktur. Her ne kadar oligarşik ve monarşik yönetimler varsa da bu yönetimler de insanları ya hürriyetlerini koruyarak veya istibdat uygulayarak yönetirler. Sonuçta yine ya hürriyettir veya istibdattır.
XIX. ve XX. Asır devletlerin teşkilat yapılarını tam olarak kurduğu, bu nedenle de “Siyasetin” öne çıktığı bir dönemdir. Demokratik idarelerin halkoyu ve seçimlerle belirlenmesinden dolayı da ister istemez her vatandaşı ve tüm insanlığı ilgilendirmektedir.
Bediüzzaman hazretleri 1907’de İslam âleminin ve hilafetin merkezi olan İstanbul’a geldiği zaman meşrutiyet ve istibdat konusundaki tartışmaları görmüş ve yerini hürriyetten yana almıştır. Sultan Abdülhamit hem veli hem de halife olduğu halde ne velayetinden ve ne de hilafetinden dolayı ona tabi olup “Padişahım çok yaşa!” dememiştir. Bu durum ulemayı ve hocaları çok şaşırtmış ve Bediüzzaman’ın pervasız bir şekilde onlara göre halifeye isyan eden Resneli Niyazi ve Enver Paşa gibi asilerin yanında görünmelerine çok şaşırmışlardır. Bu nedenle kendisi ile münazaraya gelen ve soru soranlara Bediüzzaman öyle ikna edici mükemmel cevaplar vermiştir ki “Bediüzzaman” ve “Garibüzzaman” “Ebu Lâşey” gibi unvanlar vermişlerdir. Hatta bu nedenle kendisine “Ceride-i Seyyarre” dahi demişlerdir. Ne Derviş Vahdeti, ne de Hurşit Paşa Bediüzzaman’ın kendi fikirlerine alet ve tabi edememişlerdir. Bediüzzaman bildiğini söylemiş ve söylediğini izah ve ispat etmiş, muhataplarını da susturmuştur. Çünkü Bediüzzaman “Hakikatin Sesi” olarak daima “Hakkı ve Hakikati” haykırmıştır. Dersini de Hak ve Hakikatten almıştır. Bu nedenle Bediüzzaman Abdülhamid’in yönetimine “İstibdad” adını vermiştir.
Bediüzzaman Abdülhamit dönemindeki istibdada “Zayıf istibdat” adını vermiştir. İttihat ve Terakki döneminde ittihatçıların meşrutiyet adına uyguladığı istibdada da “Şiddetli İstibdat” demiştir. Cumhuriyet döneminde ise “İstibdad-ı Mutlak” uygulandığını açıkça ifade eder. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez” der. Bediüzzaman’ın medrese hocaları, din adamları, tarikat mensupları ve askeriyedeki alaylı zabitler gibi mutaassıp dindarlar ile beraber halife ve veli padişah Abdülhamid’in yanında yer almayarak Jön Türklerin, mekteplilerin ve Ahrarların yanında yer almasının sebebi “Hürriyet” aşkıdır. İslamiyet’in ve şeriatın siyasi manada hürriyetçi olmasındandır.Bu nedenle yine 1950 sonrasında Ahrarların devamı olarak gördüğü Demokratların yanında yerini almıştır. Din adına kurulan “İslam Demokrat Partisi” gibi partilere itibar etmemiştir. Nitekim 1909 yılında Derviş Vahdeti’nin başında olduğu “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”nin 31 Mart Olayı’na sebebiyet vermesinin altında da bu cemiyet mensuplarının Şeriatı siyasi olarak “İstibdada müsait zannederek” Meşrutiyete karşı “Şeriat İstiyoruz” diye isyan etmeleridir.
Divan-ı Harb-i Örfi müdafasında da görüldüğü ve tespit edildiği gibi Bediüzzaman İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin kurulduğunu işitmiş ve Bu isim siyasete karışırsa sonucu çok kötü olur ve İslamiyet istibdada alet edilir diye titremiştir. Cemiyetin siyasete girmemesi “Farzların ifası, haramlardan içtinab ve sünnetin ihyası” dışına çıkmaması ve siyasete karışmaması konusunda gerek nutuklarında ve gerekse gazete makalelerinde ikazlarda bulunuştur. Askeriyede mektepli subaylara isyan eden alaylı zabitlere ve askerlere “Emirlerinize itaat edin!” diye nutuklar vermiş ve gazetelerde makaleler neşretmiştir.
1950 sonrasında Bediüzzaman “siyasetten içtinap” mesleğini yeniden yorumlamıştır. Buna göre din adına siyaset yapılmayacaktır. Zira siyaset dünyaya ait bir mesele olup insanların ihtiyaçlarından kaynaklanan teknik bir konudur ve insanların idaresi ve işlerinin yapılması, güvenlik ve adaletin sağlanması hususlarını içerir. Bunu ise idarecilik bilgi ve becerisi gerektiren bir husustur ve layık olan kimselere verilmesi gerekir. Dini yönü meşveret ve liyakat emrine imtisal cihetiyledir. Amacı ise güvenlik ve adaletin sağlanmasına yöneliktir. Bu nedenle idare ve siyasette önemli olan “Hakların korunması ve hürriyetlerin sağlanmasıdır. Bu da ancak Hürriyet ortamının sağlanması ile mümkündür. Bunu sağlayacak olanlar da hürriyetçi ve demokrat olmaktan geçmektedir. Bu açıdan Bediüzzaman din adına siyaset yapmadan, devlet yönetimine talip olmadan Demokrat Parti’nin desteklenmesini istemiştir. Talebelerini Demokrat Parti lehinde propaganda yapmalarını istemiş ve hafifçe teşvik etmiştir. Bir kısım talebelerinin DP Emirdağ İlçe Teşkilatında görev almalarına müsaade etmiştir. Bunlardan bir kısmının isimlerini “Demokratlar azalarından Nur Talebeleri Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seyda, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed” (Emirdağ lâhikası, 2:422–423) diyerek Emirdağ Lahikası’na da koydurmuştur.
Bediüzzaman’ın hizmetini gören Nur Talebesi ağabeylerden Bayram Yüksel’in anlattığına göre Bediüzzaman hiç gizlemeden ve herhangi bir şart ileri sürmeden yanına gelen DP milletvekillerine “Biz Nurcular sizi destekliyoruz” derdi. Misaller vererek “Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır” derdi. (N. Şahiner, Son Şahitler, Bayram Yüksel, 3:65)
Hamza Emek ağabeyin anlattığına göre Bediüzzaman hazretleri zaman zaman DP’nin yaptığı yanlışlara kızar ve hiddet ederdi. Ama bu hatalarından dolayı onlardan desteğini çekmemiştir. Ama ne var ki DP düşmanı olan dindarlar ve diğerleri Bediüzzaman’ın “Demokrat Partiden desteğini çekti. Şunun şunu istedi yapmayınca onlara beddua etti” gibi uydurma sözlerini işitmekteyiz. Garazkârlar da bu yalan ve yanlış sözlere mal bulmuş mağribi gibi sarılıp orada burada DP ve Demokratlar aleyhine konuşmaktadırlar. Gerçekler ise Risale-i Nurlarda ve özellikle Emirdağ Lahikasında mevcuttur. “Demokrat Nur Talebeleri” ifadesi dahi bu yalancıların kafasına tokmak gibi inmelidir ve inmektedir. Bu konuda Bediüzzaman’ın emri ile Emirdağ DP İlçe Başkanlığı yapmış olan Hamza Emek’in hatıralarına bakılabilir.
Bediüzzaman “Demokrat” kelimesini Risale-i Nur külliyatında 86 ayrı sayfada en az 250 defa kullanmıştır. Bu da Bediüzzaman’ın Demokrasiye ve demokratlara verdiği değeri göstermesi açısından anlamlıdır. Bediüzzaman’ın “Demokrasi” kelimesinden çok “Demokrat” kelimesini kullanmasının hikmetini de demokratlığın “demokrasi” kavramından daha geniş ve kapsamlı ve istismara meydan vermeyen bir kelime olmasındandır. Zira demokrasi kelimesi istismara müsaittir. Herkes kendisini demokrasi havarisi gibi gösterebilir ve istibdadını demokrasi adı altında halka pazarlayabilir ve aldatır. Ama demokrat kimliğine sahip birisi “Demokrasiyi benimsemiş, hürriyetin, meşveretin hakkını vermiş ve bunu müdafaa etmeyi amaç edinmiş ve icraatıyla ispat etmiş olan kişiye denir ve bunu istismarı söz konusu olamaz. Demokrat kimliği olmadan demokrasi olmaz. Bu nedenle Bediüzzaman “Demokrat” kelimesini tercih etmiştir.
Demokratlık, demokrasiye sahip çıkmak, herkesin hürriyetini istemek, meşveretle hareket etmek, hukukun üstünlüğünü savunmak, herkesin kanun karşısında eşitliği esasına ve liyakate göre makam ve mevki dağılımı yapmaktır. Bu nedenle demokrasiyi ancak demokrat zihniyetle kurmak ve geliştirmek mümkündür. Aksi takdirde meşrutiyeti müdafaa eden İttihat ve Terakki’nin devletçi ve müstebit kanadının “Zayıf istibdattan ülkeyi kurtarıyorum” diye “Şiddetli istibdadı hâkim kılması” gibi demokrasiyi yozlaştırarak bir başka istibdada kapı açacaktır.

KİM DEMOKRAT,KİM DEĞİL?

Latif SALİHOĞLU...


Bizler, Ahrar denilen asıl Demokratları el birliğiyle toprağa gömmeye çalışırken, çakma Demokratlar da meydanda cirit atmaya başladılar.
Bizler, devşirme adamların Demokratları içerden bitirme gayretlerini seyrederken, dışarıdan yapılan merhametsiz saldırılara da alkış tutma bahtsızlığını yaşadık.
Bizler, bir yandan “Darbeye ve darbecilere kesinlikle karşıyız” derken, bir yandan da darbe tasarrufu olan “misyonları seçim barajında boğma” zulmünü analarının ak sütü gibi içenlere “Vallahi helâl olsun” demekten de geri durmadık.
Dolayısıyla, “Demokrat kim?” yerine, “Kim Demokrat değil?” suâlinin cevabını aramak ve “Demokratlar yapıyor?” diye değil, görünenlerden yola çıkarak “Demokratlar ne yapmaz?” şeklinde farklı bir metotla meseleyi izah etme cihetine gitmek durumundayız.
Demokratlar, asla ve kat’a “Biz hiçbir partinin devamı değiliz” demezler.
Keza, Demokratlar gittikleri yolu tarif ederken de, M. Kemal’den başlayıp N. Erbakan’la bitirmezler. Hele hele, 1961-80 arasındaki AP dönemini atlama, yok sayma cambazlığını sergileme cihetine gitmezler.
Dahası, Hürriyet ve Meşrûtiyet hareketini, Kànun-i Esâsiyi ve hassaten Ahrâr-ı Osmaniyi es geçip gitmezler.
Demokratlar, GAP’ı uzun yıllar yüz üstü bırakmaz, bu muazzam projeyi rölantide bırakmak, yahut işi kaplumbağa hızıyla sürdürmek gibi zevksiz, iştahsız bir politikaya tevessül etmezler.
Demokratlar, kalkınmada ikameci politikaları bırakıp ithalatçı kesilmezler; memleketi, sadece azgın bir azınlığı zengin etmeye yarayan “ithalat cenneti”ne çevirme politikası gütmezler.
Demokratlar, merasimlerde “başörtü”lü eşlerini binlerce nâmahrem erkeğin önüne çıkartıp tokalaştırmayı başarı saymazlar. Resepsiyonlarda ellerinde kadeh olduğu halde ortalıkta dolaştırmayı marifet saymazlar. (Başı örtülü hanımları bu tür vaziyetlere düşürmek, fecâatin en fecisidir.)
Demokratlar, daha bir sene öncesine kadar “Ben olsam, derhal asardım” dediği bir örgüt liderine bir sene sonra güvenip bel bağlamaz ve onun için “Odasını genişlettik, sıkılmaması için yanına arkadaş temin ettik, günlük gazeteleri ulaştırıyoruz, hatta televizyonu bile yeniledik, kaldığı yeri daha rahat, daha konforlu bir mekâna dönüştürdük” demek gibi bir türbülansa düşmezler.
Demokratlar, cânileri affetmeye, yahut teröristbaşını neredeyse barış meleği gibi göstermeye çalışmazken, aynı anda “lâkabı çoban” olanlara karşı da etrafa kin, nefret ve husûmet tohumları saçmazlar.
Demokratlar, köprü, baraj, yol yaparken, seleflerini unutma, onları hatırlamama, yahut onları yok sayma gibi bir nankörlüğe düşmezler. Hayırla yâd ederler.
Demokratlar, bir yandan tutup Sultanahmet Camiinin etrafını namaz kılacak mü’minlerden arındırmazlar. O mabedin etrafını eğlence merkezine, yahut sırf ecnebilerin ikamet edeceği butik pansiyonlara çevirmezler... Keza Demokratlar, fetih sembolü Ayasofya’nın ibadete açılması meselesini, tutup bir yandan da aynı Sultanahmet Camiindeki cemaat kalabalığına endeksleme garabetine düşmezler.
Demokratlar, kardeş ve komşu devletlere gerilim politikası gütmezler.
Keza, ne kendi, ne de komşu ülkelerin diktatörlerine karşı kanlı, silâhlı mücadele yöntemlerini tasvip etmezler. Yani, mücadele için müsbet hareket metodunu benimserler; ve fakat, menfi hareket tarzını destekleme cihetine asla gitmezler.
Evet, Demokratlar, iki sembol şahsiyet olan Şeyh Said ile Said Nursî’nin farklı içtihatları arasında gidip gelmezler, orta yerde bocalayıp durmazlar.
Demokratlar, gayet iyi bilirler ki, dahilde silâh kullanıp şiddete baş vurmak, doğrudan doğruya asıl düşmana ve menfi tarafa yardım hesabına çalışmaktır.
emokratlar, memleketin bir köşesinde bir felâket, bir musibet vuku bulduğunda, oraya gitmeyi tehir etmezler; dahası “Hele önce Amerika’ya bir gidelim; döndükten sonra oraya da gideriz” tarzında bir tuhaflığı sergilemezler.
Demokratlar, Bediüzzaman’ın dostluğunu ve Risâle-i Nur’a hizmeti bırakıp, bu kudsî dâvâya taarruz eden—dindar kisveli—saldırganları seyretmekle iktifa etmezler.
Evet... Bu nâdanlardan, ele geçirdikleri radyolardan, gazete köşelerinden, televizyon kanallarından, yahut internet sitelerinden, Bediüzzaman’ın temsil ettiği dâvâyı saptıran saptırana, ağız dolusu yalan, iftira ve tezviratı savuran savurana...
Saptırmacı, karalayıcı, şüphe ve tereddüt pompalayıcıların ise haddi hesabı yok...
Ne yazık ki, şimdiki durum böyle: Emin olun, son 70-80 yıllık tarihimiz boyunca, hiçbir dönemde olmadığı ve görülmediği ölçüde Bediüzzaman, eserleri ve talebeleri hakkında, şeytanın aklına zor gelebilecek yalan ve iftiralara tevessül ediliyor.
Üstelik, sürüp giden bu vahâmet karşısında meydana çıkıp şunu haykıracak yiğitler görünmüyor: Durun bere hokkabazlar! Susun be edepsizler! Kesin be şaklabanlar! Bütün hayatını iman hizmetine adamış, bu dâvâ uğrunda iki hayatını fedâ etmeyi peşinen kabullenmiş bu mübarek zâttan ne istiyorsunuz? Niçin ona düşmanlık ediyorsunuz?
Evet, hakikî Demokratlar, bu türden bir haksızlığa hiç seyirci kalmadılar, meydanda olsaydılar, yahut siyasî denklemde yer alabilseydiler, yine seyirci kalmazlardı.
Bu arada şunu da hatırlatalım ki: Bilerek yahut bilmeyerek Üstad Bediüzzaman’a sataşan, fikirlerini insafsızca tenkit eden, dâvâsını saptırma, yahut eserlerini silikleştirme gayretkeşliği gösteren belki bir düzineden fazla şahıstan, sadece ve sadece bir tek adam fazilet gösterip nedamet etti, özür dileyip Allah’tan affını niyaz etti. 
İşte, ne aciptir ki, kast ettiğimiz adamlardan sadece ve sadece o tek şahıs hapse atıldı. Üstelik, tam da nedamet ettikten, yani Bediüzzaman ve talebelerinden özür dilediğini ifade ettikten hemen sonra...
Kahredici nokta şudur: Adeta deniliyor veya demeye getiriliyor ki: Ey şöhretşiâr ekabirler! Bu zamanda her kim olursan ol, yeter ki Bediüzzaman’a saldır. Onu ve takipçilerini karalamaya çalış. Şunu belle ki, bu yönde atış serbest. Aksi halde, seni serbest, rahat bırakmayız. Ona göre...
Mevcut konjonktüre göre, şayet Bediüzzaman’a, eserlerine ve talebelerine karşı “atış serbest” olmasaydı, yahut her türlü sulandırma/bulandırma işi rahatça yapılıyor olmasaydı, acaba eserlerinin dilini bozma, o nurlu parlak lisânı silikleştirip soluklaştırma, yahut orijinal dilini sahteleştirme cihetine gitmek kimin haddine düşerdi?
Şuna da eminiz ki, hakikî Demokratlar bu vahim gidişe de seyirci kalmaz, haddini aşanların önüne geçmeye çalışırlardı.
Dolayısıyla, elbirliğiyle siyaset meydanı dışına ittiğimiz Demokratların bugün ne yaptığına değil, Demokrat zannederek nice zamandır baş tacı ettiğimiz kimselerin, bizim kriterlerimiz noktasında bugün ne yaptığına, yahut ne yapmadığına bakmak daha doğru, daha gerçekçi olur kanaatindeyiz.

19 Eylül 2013 Perşembe

HEM PARAN, HEM İTİBARIN BİTİYOR


     Faruk ÇAKIR                                        “Harca harca bitmez” mi ?
Kazandığından daha fazla harcayan kim olursa olsun zarardadır. Türkiye’de yaşananlara baktığımızda hem fert olarak hem de devlet olarak ‘kazandığından daha fazla harcama’ tuzağına düştüğümüzü kabul etmek lâzım. Önümüzdeki aylarda veya yıllarda kazanma ihtimalimiz olan parayı bu günden harcayıp sonra sıkıntılar yaşıyoruz. 



Türkiye’nin askerî ve güvenlik harcamaları da biraz buna benziyor. Hem fazla harcıyoruz hem de bu harcamaları tam bir denetime tabi tutmuyoruz.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi “Sosyal Koruma Harcamaları, Askerî Harcamalar ve İç Güvenlik Harcamaları” ile ilgili notları kamu oyuyla paylaşmış. Prof. Dr. Nurhan Yentürk tarafından kaleme alınan notlarda Suriye’de yaşanan iç savaşın etkileri de değerlendiriliyor.
Rapordan bazı satır başları şöyle özetlenebilir:
*2012 yılı başında Bütçe Kanunu yayınlandığında iç güvenlik harcamalarının düşürülmesinin planlandığı görülmüştü. Ancak gerçekleşen iç güvenlik harcamaları incelendiğinde 2006 yılında 10 milyar TL olan harcamaların son yedi yılın en yüksek seviyesine çıkarak 2013 yılında 27 milyar TL kanunlaşan harcama tutarı olduğu görülüyor.
*2011 ve 2012 gerçekleşen harcamalar karşılaştırıldığında, daha önceki yıllardaki artış trendinden ve GSYH’nın artış hızından daha hızlı bir artış gösteren harcama olarak örtülü ödenek harcamalarını da içeren Gizli Hizmet Giderleri’ndeki artış göze çarpıyor. 2006 yılında bu rakam 293 milyon TL iken 2011 yılında 627 milyon TL’ye çıkmış. İç güvenlik harcamalarının içinde İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, köy koruyucularının maaşları, gizli hizmet giderleri, savunma hizmetleri harcamaları, kamu düzeni ve güvenlik harcamaları, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı gibi kalemler bulunuyor.
*Türkiye’deki askerî harcamaların 2006 yılında 19 milyar TL, 2012 yılında 33 milyar 549 milyon TL olduğu görülüyor. Uluslar arası karşılaştırmalar, Türk ordusunun mevcudu yaklaşık 600 bin askeri ile dünyada en büyük 11. ve Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük 2. ordu olduğunu gösteriyor.
Raporda başka tesbitler de var. Harcamaların artmış olması elbette çeşitli sebeplerle açıklanabilir. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve benzeri harcamaların olması gerektiği ölçüde denetlenememesidir. İlgili ve uzman kişilerce tam bir şeffaflık içinde bu denetlemeler yapılabilmiş olsa, şüpheler artmaz,  tartışma bu ölçüde büyümezdi.
Askerî harcamaların denetlenebilmesi belki de sistemin değişmesi ve düzeltilmesine bağlıdır. Genelkurmay Başkanlığının, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı olmadığı, olamadığı bir sistemde, şeffaf denetim yapılması mümkün müdür? Bunca ‘demokrasi paketleri’ hazırlandı ve açıklandı, ama bu konuda bir arpa boyu yol alamadık. Bakanlığa ve dolayısı ile hükümete bağlı değil de ‘sorumlu’ olan bir yapı, (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 117. Maddesi gereğince Genelkurmay Başkanı Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin komutanı olarak Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Görevlerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.) hele günümüz dünyasında kabul görebilir mi?
Mevcut sistem düzeltilmeden ölçüsüz harcamaların önünü almak mümkün değil. Devletin imkânlarını “harca harca bitmez” ya da “deniz” gibi görenler varsa bilsinler ki yanlış içinde yanlış yapıyorlar. Para da biter, itibar da. Ayrıca, ‘itibar’ın bitmesi, ‘para’nın bitmesinden de daha fecidir, daha yaralayıcıdır.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kamuoyu ile paylaştığı ‘notlar’ bu meselenin yeniden gündeme gelmesine vesile oldu. Sağlıklı bir tartışma ile “harca harca bitmez” tavrını geride bırakabiliriz. İyi niyet ile tartışmaya ve konuşmaya devam edelim...
19.09.2013

18 Eylül 2013 Çarşamba

ETİK VE TANIMI 1

KONULAR

ETİĞİN TANIMI
MESLEK ETİĞİ
EĞİTİMDE ETİĞİN ÖNEMİ
ÖĞRETMANLİK MESLEK ETİĞİ
EĞİTİM YÖNETİCİLERİ VE ETİK

ETİK NEDİR ?
Etik sözcüğü her geçen gün günlük hayatımızda daha fazla yer işgal etmektedir.
Etik,bir etkinlik alanı olarak felsefenin bir dalı , ahlak felsefesi alanı; ahlaki olanın özünü ve temellerini araştıran bir felsefe etkinliğidir.
Etik sözcüğü yunanca “karakter”,”adet”,”usul”,veya “gelenek” anlamına gelen “ETHOS” sözcüğünden türetilmiştir.
Etik; insanların kurduğu bireysel ve toplumsal ilişkilerin temelini oluşturan değerleri, normları,kuralları, DOĞRU-YANLIŞ ya da İYİ-KÖTÜ gibi ahlaksal açıdan araştıran bir felsefe disiplinidir
( İnal,1996,43).
BASİT BİR ANLATIMLA ETİK, DOĞRU VE YANLIŞ ÖLÇÜTLERİDİR.
Aslında etik ve ahlak birbirinden farklı kavramlardır. Ancak pek çok bu kavramların aynı anlamda kullanıldığını görmekteyiz.
Etik ve ahlakın özdeş olmamasının nedeni,etiğin ahlak felsefesi olması ,ahlakın ise etiğin araştırma konusu olmasındandır..
Etik kuramlar,ahlakın özü,kökeni ve toplumsal yaşamdaki işlevinin yanı sıra ,insanların bir arada yaşayabilmelerinin gerekleri,toplumsal yaşamın normları ve değerleri kişilerle toplum arasındaki ilişkiler,bireysel yaşamın amacı ve  anlamı üstüne görüşleri dile getirir.
Ahlak geniş tabanlı ve nasıl davranılması gerektiğine ilişkin yazılı olmayan standartları belirler.
Etik ise ;kuralların açık ve belirli alana ilişkin yazılı kuralları içermesi beklenir.
ÖRNEK: Sanat etiği ,tıp etiği,çevre etiği,eğitim etiği……
Ahlakla etik arasında genişlik-darlık,kuram ve uygulama açılarından bir farklılık vardır.Ahlak bir disiplin olarak etiğin günlük yaşam pratiğine yansıyan kurallar demetidir.
Ahlak günlük yaşam içinde bireylerin nasıl yaşamaları gerektiğini ince ayrıntılar içinde pratik açıdan düşünürken,
Etik daha soyut (Elle tutulur) ve kuramsal bir bakış açısını gerektirir.
Buradan hareketle etiğin genel bir tanımını yapacak olursak;
TANIM:
Etik; bütün etkinlik ve amaçların yerli yerine konulması;neyin yapılacağı ya da yapılmayacağının;neyin isteneceği neyin istenmeyeceğinin;neye sahip olunacağı ya da olunmayacağının bilinmesidir (Aydın,2003,18).
Ahlak duygumuz,ihtiraslarımızı kontrol eder.”
Bernard SHAW
MESLEK ETİĞİ
Günümüzde meslek etiğine olan ilginin giderek artmasının nedeni kimi mesleklerde karşılaşılan etik sorunlarını artması ya da artan sorunların farkına varılmasıdır (Tepe,2000,1).
Meslek Etiği: Meslek etiği ,özellikle doğrudan doğruya insanla ilgili mesleklerde uyulması gereken davranış kuralları olarak tanımlanabilir.
Meslek etiğinin en önemli yanlarından biri ,dünyanın neresinde olursan olsun,aynı meslekte çalışan bireylerin bu davranış kurallarına uygun davranmalarının gerekli olmasıdır (Kuçuradi,1988,21).
Meslek etiğinin temelinde insanlarla ilişkiler yatar.
Aynı meslekten bireylerin birbirleri ile ilişkilerinde belli davranış kalıplarına uymaları meslek etiğinin gereğidir( Aydın ,1993,71).
Mesleki etik ,gurup onu koruduğu sürece yürürlükte kalabilen ve bireylere emrden,onları şu ya da bu şekilde davranmaya zorlayan ,kişisel eğilimlerine bir sınır çizen ve daha ileri gitmelerine engel olan kurallardan oluşmuştur (Durkheim,1949,13).
Mesleki etiğin en aırdedici özelliği,mesleği yerine getirirken işlenen kusurların,meslek çevresi dışında çok fazla tepki görmemesi,kamu vicdanının bu tür kusurlara ilgisiz kalmasıdır.
Kamu vicdanının bu kusurlara ilgisiz kalmasının nedeni ise bu ilkelerin toplumun bütün organları arasında ortak olmamasıdır.
Etik ilkeler ,herkesin görmediği görevleri düzenler,onun için herkes bu görevlerin ne olduğunu,ne olması gerektiğini,bu görevleri yerine getiren bireylerin özel ilişkilerinin ne olması gerektiğini bilemez (Durkheim,1949,12).
Toplum içinde mesleki etik ilkelerini oluşturacak ve bu ilkelerin yürütülmesini denetleyecek özel bazı guruplara gereksinim vardır.
Mesleki guruplar ne kadar sağlam ve örgütlü olurlarsa,mesleki etik de o kadar gelişir ve saygınlık kazanır.Mesleki etik kuralları olarak belirlenen üyelerinin genel ve ortak olan davranış biçimlerini tanımlayan ilkelerin üç temel işlevi vardır.
Yetersiz ve ilkesiz üyeleri ayırmak
Meslek içi rekabeti düzenlemek
Hizmet ideallerini korumak
Bunun yanında mesleki etik ilkelerinin gurubun diğer üyeleri ve toplum ile ilişkilerini düzenleme işlevleri de vardır.(Devamı var)

EĞİTİMDE ETİĞİN ÖNEMİ 2


EĞİTİMDE ETİĞİN ÖNEMİ 
Eğitim insanı doğumdan ölüme etkileyen ve bir şekle sokmaya çalışan bir süreçtir.Etik ise insanın ne yapmalıyım?Nasıl yapmalıyım? Sorularına vermeye çalıştığı yanıttır.Eğitim ve etik arasında bu anlamda zorunlu bir ilişki vardır.
Her tür  eğitim etkinliğinde temel olarak dört boyut üzerinde durulması gerekmektedir.Bu boyutlar;”amaç”,”kapsam”,”yöntem” ve “değerlendirme “dir.
Bu boyutlar aynı zamanda eğitim programlarının geliştirilmesinde sorulan dört sorunun da yanıtını oluşturmaktadır.
Niçin? sorusunun yanıtını amaç boyutu oluşturmaktadır.
Ne ? sorusunun yanıtını ise kapsam boyutunda verilir.
Nasıl ? Sorusu yöntem boyutunda yanıtlanır.
Ne oldu? Sorusu ise değerlendirme boyutunda elde edilen bilgilerle yanıtlanabilir.
Etik çok önemli bir tartışma alanıdır.Bu nedenle aşağıda eğitim-öğretim alanında bazı tartışmalara yer verilmiştir. 
1-Eğitimin niteliğinin ve yapısının insanlığın bu gününü ve geleceğini etkilemesi:
2-Eğitimin insan davranışını değiştirme amacı gütmesi
Eğitim en genel anlamda ,bireylere kendi yaşantıları yoluyla istendik davranışları kazandırma süreci olarak tanımlanmaktadır.Eğitimin tanımı ile birlikte etik tartışma ve sorgulamaların da başlaması kaçınılmazdır.Yukarıdaki tanımda bireylere istendik davranışların kazandırılmasından söz etmekteyiz.Ancak,bireylere kazandırılacak davranışların kime göre istendik olacağı,diğer bir deyişle hangi amaçlarla eğitim ve öğretim yapılacağı etik bir tartışmayı gerekli kılmaktadır.
3-Eğitim-öğretim sürecinde insan davranışını değiştirmek amacı ile çeşitli yöntemler kullanılması
Eğitimi sunan kişilerin eğitim yöntemlerine ilişkin bilgi ve yaklaşımları,öğrencilerin öğrenme yöntemlerini de belirtmektedir.
Okullar ,öğrencilerin mutlu,sağlıklı ve özgür biçimde yaşayarak kendilerini gerçekleştirdiği yerler olmalıdır.Ancak okullarımız çocukların azarlandığı ve notun tehdit unsuru olduğu yerler olmamalıdır.
Bu durumda okullar;bireylere doğru davranışların kazandırıldığı gerçek öğrenme ve gelişme merkezleri olmalıdır.
Okullar,demokrasi,insan hakları,özgürlük,sevgi,saygı ve hoşgörü gibi değerleri kazandıran ve kavramalara ilşkin tutumları pekiştiren kurumlar olması gerekmektedir.Ancak körü körüne itaat ve disiplinin olduğu kurumlar olmamalıdır.
Bu anlamda eğitim sistemi ve okulların amaç,yapı ve işlevlerinin etik bağlamda ciddi tartışmalara konu olması gerekmektir.
Eğitim programının içeriğine nasıl karar verildiği
Öğrencilere neyin ne kadar öğretileceği konusunda karar verilmesi ve bu kararların toplumun ve öğrencilerin yararlarına uygun olmasının sağlanması eğitimin kapsam boyutundaki etik tartışmalarının önemli bir noktasını oluşturmaktadır.
İşte bu noktada eğitim programının içeriği ve beklenen sonuçları eğitim etiği açısından çok önemlidir.
Eğitim Öğretimin değerlendirme boyutu
Öğrencilerin değerlendirilmesi sürecinde yansız,doğru ölçme ve değerlendirme tekniklerinin kullanılması kadar,değerlendirme ve yönlendirme sürecinin etik değerlendirmeler ve yaklaşımları da içermesi gerekmektedir.
Okullardaki değerlendirme sürecinde öğrencilerin her türlü ayrımcılıktan uzak tutularak,yansız ve objektif biçimde değerlendirilmeleri üzerine önemle durulmalıdır.
Eğitimcilerin etik tutumları
Bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değinilecektir.
Öğretmenlik meslek etiği
Öğretmenlik ve etik birbirine çok yakın kavramlardır.Bunlar birbirinden ayrı düşünülemezler.İdeal bir öğretmen,yalnız kusursuz öğretme yetenekleri ile değil,ayı zamanda yaşama biçimi ile de örnek alınacak ahlaki bir modele dönüşür.
Yani bu anlamda öğretmen,öğrettiklerini örnek olarak yaşayan ideal biridir (Pieper,1999,118).
Meslek etiği ilkelerinin evrensel değerler üzerine kurulu olduğu gerçeğinden hareket edildiğinde branşı ne olursa olsun,hangi düzeyde öğretim etkinliğinde bulunursa bulunsun,bir öğretmenin bazı etik ilkeler doğrultusunda davranmasını beklemek yanlış olmayacaktır.
Öğretmenlik yalnızca birtakım bilgilerin aktarılmasını kapsayan bir meslek olmanın ötesinde ,genç nesillere değerler kazandırılması hedefini de içeren bir meslektir.
Öğretmenlik meslek etiği ilkeleri
Profesyonellik ilkesi: Öğretmenlik meslek etiğinden bahsedebilmek için öncelikle ,öğretmenin işinde profesyonel olması gerekir.Öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği görevleri belirtilen standartlar içinde yapabilecek yeterlilikte olmayan bir öğretmenin meslek etiği ilkelerinden söz etmek imkansızdır.
Bu nedenle öğretmenlik mesleğinin birinci etik ilkesi profesyonelliktir.
Peki şimdi öğretmenin profesyonel davranışları nasıl olmalıdır. Örnek verelim;
Görevle ilgili bilgi,beceri ve tutumları eksiksiz kazanmış olmak
Hizmeti zamanında ve kusursuz sunmak
Mesleği daha iyi yapabilmek için sürekli olarak özeleştiri ve değerlendirme yapmak
Hizmette kaliteyi sağlamak
Mesleğinin yöntem ve tekniklerini sürekli olarak geliştirmek…………………………..vb
Hizmette Sorumluluk:En genel anlamda sorumluluk,belirli bir görevin istenilen nitelik ve nicelikte yerine getirilmesidir.Bu anlamda öğretmen bir kamu hizmeti olarak eğitimde üzerine düşen büyük sorumluluğun bilinci içinde olmalıdır .
Bunun da ötesinde öğretmenler davranışlarından ve bunların topluma maliyetinden kendileri ve toplum adına sorumluluk duymalıdır.Şu unutulmamalıdır ki öğretmenler kamu görevlileri olarak eylem ve kararlarının doğuracağı sonuçlar konusunda topluma hesap verebilmektedir.
Adalet: Öğretmen her türlü eyleminde adil olmak ve öğrenciler arasındaki ilişkilerde de adaleti sağlamak sorumluluğuna sahiptir.Öğrencilere söz hakkının adil olarak paylaştırılmasından başlayıp,sınıf içi ve dışı etkinliklere katılıma kadar uzayan her türlü etkinlikte adaletin sağlanması son derece önemlidir.
Öğretmenin adaletine hangi noktalarda gereksinim vardır?İnceleyelim
Öncelikle öğretmen sınıf içindeki öğrenme fırsat ve olanaklarından öğrencilere adil yararlanma hakkı tanımalıdır.
Öğretmen değerlendiren ve öğrenci performansı hakkında yargılarda bulunan biri olarak, değerlendirmede adaleti sağlamalıdır.
Öğrencilerin en çok adaletsizliğe uğrayabildikleri konulardan biri de öğretmenin ilgi ve desteğini kazanmak konusudur. Bazı öğrencilerle daha fazla ilgilenirken bazılarına daha aza zaman ve kaynak ayıran bir öğretmen ne derece adil davranmış olacaktır?
c) Blokların Eşitliği: Toplumda doğal olarak ortaya çıkmış bloklar vardır. Örneğin; Kadın-erkek, yaşlı-genç
Günlük uygulamalara bakıldığında öğrencilerin pek çok eşitsizliğe maruz kaldığı görülebilir.
Örnek: Bazı öğretmenlerin başarılı öğrencilerle daha çok ilgilenip, onlara daha çok zaman ayırdıkları, oysa başarısı düşük öğrencilerin bu durumda daha da başarısız oldukları bir gerçektir.
Öğrencilerin velilerinin meslekleri de bir başka eşitsiz davranış nedenidir. Üst sosyo- ekonomik düzeyden ve öğretmenlere katkı sağlayacak (doktor, avukat, esnaf, politikacı) mesleklere sahip velilerin öğrencilerine, bazı öğretmenlerin daha yakın ve ilgili davranabildikleri görülmektedir (Aydın, 2003, 64).
5) Sağlıklı ve güvenli ortamın sağlanması: öğretmenlerin en temel etik sorumluluklarından biri de sınıf ortamında düzen ve disiplini sağlayarak, öğrenci sağlığını ve güvenliğini tehdit edecek her türlü unsurun ortadan kaldırılmasını sağlamaktır.
6) Yolsuzluk yapmamak: En genel anlamıyla yolsuzluk bir çıkar karşılığında kamu yetkilerinin yasa dışı kullanımı olarak tanımlanabilir. Burada sağlanması amaçlanan maddi kazançlar olabileceği gibi parasal olmayan özel amaçlar da olabilir.
Öğretmenin mesleğini kullanarak kişisel çıkar sağlamasına örnekler verecek olursak; Kendi kitabını yada ders materyallerini üstü kapalı ve zorlamayla satması. Bunun yanında öğrenci velilerinden pahalı hediyeler kabul etmesi beklenebilir.
7) Dürüstlük, Doğruluk ve Güven: Etik davranış başkalarıyla ilişkilerde dürüst olmayı gerektirir. İçten ve dürüst davranmayan öğretmenler ilişkilerde kendi sonlarını hazırlarlar ve güven ortamı ortadan kalkar. Oysa güven ilişkilerin temel unsurudur.
öğretmenlerin mesleki etkinlikleri yerine getirirken öncelikle kendilerine güvenmeleri gerekir. Bu özgüven onların toplumun güvenine ve saygısına layık olmalarını da sağlayacaktır.
Öğretmenlerde bu güven ve saygıyı sürdürecek saygın davranışlar sergilemelidirler ve sözlerinde ve eylemlerinde güven kırıcı yaklaşımlardan kaçınmalıdırlar. Öğretmenlerin güvenirliliklerinde dış görünümleri de büyük önem taşımaktadır.
8) Tarafsızlık: Nesnel olabilmek kişinin duygularını değil, aklını kullanmasını gerektirir. Bireylerin nesnel olabilmeleri, karşılarındaki birey yada olaylar hakkında kendi ilgi, gereksinim ve korkularını işe karıştırmadan, bu görüntüleri çarpıtmadan aradaki farklılığın görülmesini gerektirir (Fromm, 1981, 113-114). 
Öğretmenin tarafsızlığı mesleki ve etik açısından son derece önemlidir.
9) Mesleki Bağımlılık ve Sürekli Gelişme: Öğretmenler bir lider olarak hem kendi mesleki bağlılık ve gelişmesin hem de öğrencilerin mesleki bağlılık ve gelişmesini sağlamaya çalışmalıdır. 
Mesleki bağlılığın bir gereği olarak sürekli gelişmeyi sağlamak için öğretmenlerin;
Meslekleri ile ilgili yeniliklere açık olması,
Mesleki performanslarını artırabilmek için kendilerine sağlanan eğitim olanaklarından en iyi şekilde yararlanması,
Mesleki yayınları ve teknolojik gelişmeleri sürekli izlemesi,
Yeni gelen meslektaşlarının işe ve çevreye uyumlarına yardımcı olması gerekir,
10) Saygı: insan her şeyden önce insan olduğu için değerlidir. İnsanın değeri ve onuru, insan ilişkilerinde köşe taşı niteliği taşır. İnsan canlı varlıklar içinde en gelişmiş olan, düşünen, akıl yürüten, iletişim kuran, gelecek için planlar yapan bir varlıktır ve bu yönleriyle saygıdeğerdir (Aydın, 1993, 73). 
bu açılardan değerlendirildiğinde öğretmenin her şeyden önce insanın değerine ve bütünlüğüne saygı göstermesi gerekir. Bu anlamda öncelikle öğrencinin varlığına ve bütünlüğüne saygı gösterilmesi gerkemektedir.
Öğrencilerin dayak, şiddet, hakaret, isim takma, belli özelliklerinden dolayı aşağılanma gibi öğretmen davranışlarına maruz kalması etik açıdan son derece yanlıştır.
Öğrenci saygı gösterilerek, saygı duymayı öğrenecektir ve bunu yapacak olan kişide öğretmendir.
Öğretmenin kendisinin bu tür davranışları, öğrencinin varlığı ve bütünlüğünde giderilmesi olanaksız yaralar açmaktadır.
Yine öğrencilere ait gizli ve mahrem bilgileri diğer öğrenciler yada öğretmenlerle paylaşmak, öğrencinin yada ailesinin özel yaşamına karşı saygı göstermemek de etik dışı bir davranış olarak değerlendirilmelidir.
Öğretmenlik etiğinde bir başka unsurda velilere karşı gösterilmesi gereken saygıdır.
Öğretmenlerin etik bir yükümlülük içinde saygı göstermeleri gereken bir diğer grupta meslektaşlarıdır. Öğretmenlerin birbirlerinin yeterlilik ve kişiliklerine saygı göstermeleri beklenmektedir.
Bunun bir gereği olarak birbirleri hakkında sınıf içinde yada dışında, öğrenci yada velilerin yanında olumsuz yorumlar ve dedikodu yapmaktan kaçınmalıdırlar.
Bu doğrultuda özetlenecek olursa öğretmenler:
Herkesin değerine ve varlığına saygı göstermelidir
Herkesin özel yaşamına saygı göstermelidir
Herkesin özerkliğine ve kararlarına saygı göstermelidir
İnsanlar arasındaki farklılıklara saygı göstermelidirler
11) Kaynakların Etkili Kullanımı: Kurumsal ve kamusal kaynakların etkili kullanımı öğretmenlerden beklenen bir başka önemli etik davranıştır.

En kıt ve değerli kaynak zamandır. Bu açıdan öğretim ve eğitim zamanının etkili kullanımı öğrencilerin yararını en üst düzeye çıkaracaktır.(Devamı var)

EĞİTİM YÖNETİCİLERİ VE ETİK 3


İNSANLAR HER ZAMAN,HER YERDE ACIKMIŞLARDIR;AMA HER ZAMAN HER YERDE ERDEMLİ OLAMAMIŞLARDIR.
SOKRATES

Eğitim yönetimi yönetim biliminin bir alt alanıdır.Eğitim yönetimi,toplumun eğitim gereksinimi karşılamak üzere kurulan eğitim örgütünü önceden belirlenen amaçlarını gerçekleştirmek için etkili işletmek,geliştirmek ve yenileştirmek sürecidir ( Başaran,1993,12).
Eğitim yönetimi ve bunun bir alt alanı olan okul yönetimi,devletin eğitim politikalarını ve yetkili organların bu politikalar doğrultusunda
saptadığı genel ve özel eğitim amaçalarını gerçekleştirmekle yükümlüdür.
( Kaya,1993,43).
Bu nedenle eğitim yöneticilerinin,görevlerini yerine getirirken,yasa ve politikalar kadar mesleki etik ilkelerine de uygun davranmaları gerekir.
BİR MESLEK OLARAK EĞİTİM YÖNETİCİLİĞİ
Eğitim yöneticiliği,eğitim alanındaki öğretmenlik, psikolojik danışmanlık,deneticilik gibi meslek alanlarına benzer şekilde özel uzmanlık bilgi ve becerilerini gerektirmektedir.
Eğitim yöneticiliği kendi içinde de alt alanlara ayrılmaktadır.Bu alanların başında okul müdürlüğü,il veya ilçe milli eğitim müdürlükleri gelmektedir.
Şunu burada sormak gerekir Okul Müdürlüğü bir meslek midir?..........................
Bazı görüşler okul yöneticiliğini bir meslek olarak kabul etmezler.Buna gerekçe olarak da okul müdürlerinin ücret ve çalışma koşullarını belirleme yetkilerinin olmamasını gösterirler.Bu tabiki geçerli bir görüş değildir.
Okul müdürlüğü aşağıdaki gerekçeler nedeniyle bir meslek sayılmaktadır;
Okul yöneticiliği belli bir uzmanlık bilgisini gerektirmektedir.
Okul müdürlüğü hizmetini herkes yerine getiremez.
Hizmet öncesinde bir yükseköğretim görmüş olmak gereklidir.
Okul müdürlerinin belli lisans ve sertifikaları kazanmış olmaları gerekir.
Okul müdürlüğüne girişte belli sınavlardan geçmiş olmak gereklidir.
Ülkemizde yönetimin etikleşmesi konusunda ilk yapılan uygulamaların başında;1998 yılında çıkarılan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Atama ve Yer Değiştirmelerine ilişkin yönetmelik ile eğitim yöneticilerinin seçme sınavına tabi tutularak hizmet içinde yetiştirilmesi gelmektedir. Bu uygulama ile Türkiye’de eğitim yöneticiliğinin bir meslek olarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmen tanındığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Özellikle konumuz açısından da ele aldığımızda okul yöneticiliği; günümüzün değişen koşulları içinde gerçek bir liderlik becerisini gerekli kılmakta ve bilimsel bulguların alana uygulanmasını gerektirmektedir.
Eğitim yönetiminde etik ilkeler, yönetici ve öğretmenlerin davranışları ile yansımaktadır.
Eğitim yöneticisi başlangıçta atama ile geldiğinden resmi yetkisinden güç alan bir konumdadır. Ancak diğer iş görenler, öğrenciler, veliler ve diğer gruplar tarafından benimsendiğinde lider konumuna gelebilir (Bursalıoğlu, 1987, 66). 
Eğitim kurumları, insan merkezli ve hizmet üretilen kurumlardır. İnsan ve hizmetin ağırlıklı olduğu bu kurumların yönetiminde iyi, uygun, tutarlı kararlara varılabilmesi, eğitim yöneticisinin yönetime ilişkin bilgi ve beceriler kadar, insanlar hakkındaki görüş ve beklentileri ile sahip olduğu iyi, doğru ve güzel anlayışı ile de ilgilidir.
Yöneticinin karar süreci bir değer sistemine dayanırsa, kararlarında dış etkiler altında kalmadan etik sonuçlara ulaşmasını sağlar.
� a �� ��� rgin-left:18.0pt'>6-)BÜTÜN GURUPLARIN HAKLARI ARASINDA DENGE KURULMASI

Okul  içindeki farklı gurupların haklarının dengelenmesi zor bir iştir.
Burada önemli olan etik açıdan bütün guruplara eşit hakların verilmesidir.
7-)HERKES TARAFINDAN İSTENEN KARAR,HER ZAMAN DOĞRU KARAR DEĞİLDİR.
Eğitim yöneticilerin,herkes tarafından istenen,beklenen kararlar ile doğru kararları birbirinden ayırması gerekmektedir.
.
Bazen istenen kararlarla doğru kararlar birbiri ile bağdaşmaz.
Bilinçli eğitim yöneticisi sorunları bütün yönleri ile ele alırlar ve etik sorunları gözardı etmezler
8-) KARARLARDA BELİRLEYİCİ OLARAK,OKULUN ÜYELERİ İÇİN DOĞRU OLAN KARARI ALMAK
Kararlarında belirleyici olarak yalnızca örgüt için iyi olanları alan eğitim yöneticileri,örgütlerin üyelerinin gereksinimlerini karşılamak zorunda olduklarını unuturlar.
Böylece okullar ,aile’lerinin yakınmalarını görmezlikten gelir,öğrencilerin gereksinimlerini göz önüne almaz, yöneticiler sadece belli işleri yapan bireyler olarak görülür.
Okul yöneticisinin birincil amacı,hizmet etmektir.Hizmetin amacı: Öğrencilerimize,öğretmenlerimize ve velilerimize nasıl yardımcı olabiliriz? Öğrencilerimize,öğretmenlerimize ve velilerimize yardım yollarını nasıl geliştirebiliriz?
9-)ETİK KONULARDA CESARETİN,EĞİTİM YÖNETİCİSİNİN ROLERİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASI HALİNE GETİRİLMESİ
Etik davranış,etik cesaret olmaksızın olanaksızdır.
Eğitim yöneticisi davranışının etik olduğunu iddia edebilir,ancak kızgın bir veli ile,üst düzey yöneticiler ile,öğretmenlerle,ya da bir baskı gurubu temsilcisi ile karşı karşıya kaldığında etik cesaretini kaybederse,davranışını savunamaz.
Eğitim yöneticisi okulunun veya kurumunun kuralları ihlal edildiğinde hayır diyebilmelidir.
10-)ETİK DAVRANIŞ,DOĞRULUK VE AHLAKİ EYLEMLERİN BÜTÜNLEŞMESİ
Eğitim yöneticisi etik değerleri astları ile paylaşamıyorsa,okulda etik bir hava yaratılamaz.
Eğitim yöneticisi,toplumun değerlerine dayalı bir etik ilkeler dizisi geliştirilmeli ve bunu mutlaka okulun diğer üyeler ile paylaşmalıdır.
Eğitim yöneticisinin etik bakımdan da lidrelik yapması gerekir.
Etik liderlik;
Okulun kaynaklarının doğru kullanımı,
Bireylere adil davranmak,
Öğretmenlerin etkili bir öğrenme ortamı sunmaları,
Programların toplumsal gereksinimleri karşılaması,
Öğrenci başarısı ve kendini gerçekleştirmelerinin sağlanması,
Okula katılımı ve öğrenme sürecinde işbirliğinin sağlanması ile yakından ilgilidir.

RAFET ÖZCAN

ETİK DEĞERLER 4

OKUL YÖNETİMİNDE ETİK DEĞERLER
Eğitim yöneticisi eğitim sistemi içinde çok önemli bir birimi temsil etmektedir.
Eğitim yöneticisinin liderlik biçimi ve her gün yüz yüze geldiği durumlarda gösterdiği mesleki ve ahlaki davranışlarında, sahip olduğu etik değerlerin yansımaları görülür.
Günlük kararlarda bilinç altında yer alan ahlaki eğilimler davranışları etkilemektedir.
Öğretmenlerin ve diğer çalışanların moralini düşüren en önemli etkenlerden biri yöneticilerin dürüstlüğü ve tarafsızlığından kuşku duyulmasıdır.
Etik ilkeler yöneticilerin tartışmaya açık eylem ve kararlardan uzak durmalarını, doğru olmayan ancak çekici gelen yaklaşımlardan kaçınmalarını sağlar.
Eğitim yöneticiliğinde etik ilkeler aşağıda belirtilmiştir;
1-)EĞİTİM FELSEFESİNE UYGUN BİR VİZYON GELİŞİTRİLMESİ
Eğitim felsefesine uygun vizyon gelişitirmemiş bir eğitim yöneticisi,muhtemelen insan ilişkileri ve karar sürecinde tutarsızlık yaşayacaktır. Eğitim yöneticileri geliştirdikleri vizyonu gerçekleştirmelidirler.Bu gerçekleştirme duygularla değil,sınanmış ilkelerle yapılmalıdır.
2-) GÜÇLÜ BİR ETİK LİDERLİK UYGULANMASI
Bire eğitim yöneticisi,okuldaki etik havanın kurulmasında en temel belirleyicidir.Eğitim yöneticisinin aldığı tüm kararlar,okulun etik havasını oluşturur.
Eğer eğitim yöneticisi,okulda kalitesiz eğitim verilmesine göz yumuyorsa bu durum toplumun ve öğrencilerin aldatıldığı bir havanın oluşulmasına neden olur.Bunun yanında mesela okul yöneticisi öğrenci devamsızlığını önemsemeyip göz yumarsa okulun havası” okul önemli değildir” mesajını verir.
Eğitim yöneticisi şu soruları kendine sormalı ve yanıtlamalıdır.
Okulda başarmak istediğimiz şey nedir?
Okulun öğrencilere ve topluma karşı yükümlülükleri nelerdir?
Okul içersinde öğretmenlerin ve öğrencilerin davranışları neden önemlidir?
İşte yukarıdaki soruların cevaplarını vermek okulun amaç ve havasının belirlenmesinde önemlidir.
3-)AYRIMCILIĞIN ORTADAN KALDIRILMASI
Eğitim yöneticisi ayrımcılığı hoşgörmez. Eğitim yöneticileri bir etik ve eğitim sorunu olarak ele alınmalıdır.
(TARTIŞMA)
4-)ETKİLİ ÖĞRETİMİN BİR ÖDEV OLARAK GÖRÜLMESİ
Okulda Eğitim Ve Öğretimin zayıf olması,iyi öğretmenlere,öğrencilere ve topluma zarar verir.
Öğretimde ve eğitimde zayıf öğretmenler,öğrencilere zengin bilgilerin ve sağlıklı bir öğrenme ortamının sağlanmasını engeller.Öğretmenin başarısızlığı öğrenciyi yaşam boyunca olumsuz etkiler.
Eiğitim yöneticisi,toplumun,öğretmenin ve öğrencinin hakları arasında sağlıklı bir denge kurmalıdır.
Öğrenciler öğretmeni değiştirme gücüne sahip değildirler.
Bu nedenle zayıf öğretmenlerin geliştirilmesi ve başarılı hale getirilmesi için teşvik edilmeleri okul yöneticilerine bağlıdır.
5-)TOPLUMLA İLİŞKİLERİN GELİŞTİRİLMESİ
Okulla ilişkili bir çok kişi kendisini okulun bir parçası olarak hissetmez.
İyi ve etkili okul yöneticileri,okulla toplum arasında iyi bir ilişki ve etkileşim kurarlar.
Okul sıcak ve çekici bir yer haline gelirse ,öğrenci,öğretmen ve veliler bu kurum tarafından istendikleri hissederler.
Paylaşılan amaçlara ve değerlere dayalı bir okul toplumu yaratma çabası,etkili bir eğitim yöneticisinin birincil amacı olmalıdır.
6-)BÜTÜN GURUPLARIN HAKLARI ARASINDA DENGE KURULMASI
Okul  içindeki farklı gurupların haklarının dengelenmesi zor bir iştir.
Burada önemli olan etik açıdan bütün guruplara eşit hakların verilmesidir.
7-)HERKES TARAFINDAN İSTENEN KARAR,HER ZAMAN DOĞRU KARAR DEĞİLDİR.
Eğitim yöneticilerin,herkes tarafından istenen,beklenen kararlar ile doğru kararları birbirinden ayırması gerekmektedir.
.
Bazen istenen kararlarla doğru kararlar birbiri ile bağdaşmaz.
Bilinçli eğitim yöneticisi sorunları bütün yönleri ile ele alırlar ve etik sorunları gözardı etmezler
8-) KARARLARDA BELİRLEYİCİ OLARAK,OKULUN ÜYELERİ İÇİN DOĞRU OLAN KARARI ALMAK
Kararlarında belirleyici olarak yalnızca örgüt için iyi olanları alan eğitim yöneticileri,örgütlerin üyelerinin gereksinimlerini karşılamak zorunda olduklarını unuturlar.
Böylece okullar ,aile’lerinin yakınmalarını görmezlikten gelir,öğrencilerin gereksinimlerini göz önüne almaz, yöneticiler sadece belli işleri yapan bireyler olarak görülür.
Okul yöneticisinin birincil amacı,hizmet etmektir.Hizmetin amacı: Öğrencilerimize,öğretmenlerimize ve velilerimize nasıl yardımcı olabiliriz? Öğrencilerimize,öğretmenlerimize ve velilerimize yardım yollarını nasıl geliştirebiliriz?
9-)ETİK KONULARDA CESARETİN,EĞİTİM YÖNETİCİSİNİN ROLERİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASI HALİNE GETİRİLMESİ
Etik davranış,etik cesaret olmaksızın olanaksızdır.
Eğitim yöneticisi davranışının etik olduğunu iddia edebilir,ancak kızgın bir veli ile,üst düzey yöneticiler ile,öğretmenlerle,ya da bir baskı gurubu temsilcisi ile karşı karşıya kaldığında etik cesaretini kaybederse,davranışını savunamaz.
Eğitim yöneticisi okulunun veya kurumunun kuralları ihlal edildiğinde hayır diyebilmelidir.
10-)ETİK DAVRANIŞ,DOĞRULUK VE AHLAKİ EYLEMLERİN BÜTÜNLEŞMESİ
Eğitim yöneticisi etik değerleri astları ile paylaşamıyorsa,okulda etik bir hava yaratılamaz.
Eğitim yöneticisi,toplumun değerlerine dayalı bir etik ilkeler dizisi geliştirilmeli ve bunu mutlaka okulun diğer üyeler ile paylaşmalıdır.
Eğitim yöneticisinin etik bakımdan da lidrelik yapması gerekir.
Etik liderlik;
Okulun kaynaklarının doğru kullanımı,
Bireylere adil davranmak,
Öğretmenlerin etkili bir öğrenme ortamı sunmaları,
Programların toplumsal gereksinimleri karşılaması,
Öğrenci başarısı ve kendini gerçekleştirmelerinin sağlanması,
Okula katılımı ve öğrenme sürecinde işbirliğinin sağlanması ile yakından ilgilidir.

RAFET ÖZCAN

16 Eylül 2013 Pazartesi

ÜÇ,DEMOKRASİ ŞEHİDİ...!

ADNAN MENDERES
1899 yılında Aydın’da doğdu. Babası İzmirli Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşazadeler’den Tevfika Hanım’dır. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti. O'nu anneannesi büyüttü.

Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başlayan Adnan Menderes, Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, çeşitli makamlara müracaat etti. Bu makamlardan biriminin başında bulunan Celal Bayar’la tanıştı.
Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Adnan Menderes, Birinci Dünya Savaşı sırasında yedeksubay olarak askerliğini yaptı. Aydın’da bazı arkadaşlarıyla birlikte Ayyıldız Çetesi’ni kurdu. Daha sonra Söke’de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı. Savaştan sonra İstiklal Madalyası aldı.
Ali Fethi Okyar tarafından 1930 senesinde kurulan ancak kısa sürede kapatılan Serbest Fırka’nın Aydın Teşkilatı'nı kurarak başkanı oldu.
Bu parti kapatılınca CHP’ye girdi ve 1931 yılında bu partiden Aydın Milletvekili seçildi. 1945 senesine kadar TBMM’de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saracoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı'nı şiddetle reddederek, komisyondan istifa etti.
Partide yaptıkları muhalefetten dolayı, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin Kurulu tarafından 12 Haziran 1945’te ihraç edildiler. Celal Bayar da hem partiden hem de milletvekilliğinden istifa etti.
Bu hareketler Demokrat Parti’nin 7 Ocak 1946’da kurulmasına sebep oldu.
1946 seçimlerinde Demokrat Parti’den Kütahya Milletvekili olarak meclise girdi. Celal Bayar’dan sonra ikinci adam durumuna geldi.
14 mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5’ini alarak iktidar oldu. 1950-1960 döneminde  Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu. Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı. Türkiye kalkınma kavramıyla tanıştı.
27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbeyle iktidardan indirildi. 16 Eylül 1961 tarihinde idam edildi.
FATİN RÜŞTÜ ZORLU
1912 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Zorlu, Galatasaray Lisesi, Paris Siyasi İlimler Mektebi ve Cenevre Hukuk Fakültesi'nde okudu.
1932 de Siyaset Dairesi II. Şubesinde Aday Meslek Memuru olarak göreve başladı, 1933 de asaleti tasdik olundu ve 1934 de askerlik hizmeti nedeniyle ayrıldı.
1935 de Siyaset Dairesi Genel Müdürlüğünde, 1936 da Hukuk Müşavirliğinde Müşavir Muavini, 1937 de Ticaret ve İktisat Dairesinde II. Şube Şefi, 1938 de Siyaset Dairesinde I. Şube Şefi, ve aynı sene Bern Büyükelçiliğinde (Birleşmiş Milletler İşlerine bakmak üzere) Başkatip, 1939 da Paris Büyükelçiliğinde Başkatip, 1941 de Siyaset Planlama Dairesinde Müdür, 1942 de Kuybişef (Moskova) Büyükelçiliğinde Başkatip, Ortaelçilik Müsteşarı, 1943 de Beyrut Başkonsolosluğunda Başkonsolos, 1946 da Ticaret ve İktisat Dairesinde Umum Müdür, 1949 da Ticaret ve İktisat Dairesinde Daire Reisi, 1950 de Umumi Katiplik İktisadi İşler Muavini, 1951 de Devlet Bakanlığında Milletlerarası İktisadi İşbirliği Teşkilatında Genel Sekreter, 1952 de Kuzey Atlantik Paktı Paris Türkiye Daimi Temsilciliğinde Büyükelçi Daimi Temsilci olarak atandı.
1954 yılında yapılan seçimlerde DP'den Çanakkale Milletvekili seçildi, 1957-1960 yılları arasında da Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. 27 Mayıs askeri darbesi ile birlikte tutuklandı. Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda yargılandı ve idam cezasına çarptırıldı. Cezası 16 Eylül 1961 tarihinde infaz edildi.
HASAN POLATKAN
1915 yılında Eskişehir’de doğdu. O zamanki adı ile İstanbul Siyasal Bilgiler Okulu'ndan mezun oldu. 8, 9, 10 ve 11. dönem Eskişehir milletvekilliği yaptı.
Demokrat Parti'nin maliye bakanı olan Polatkan, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra idam cezasına çarptırıldı ve MBK tarafından 16 Eylül 1961'de idam edildi.