31 Ağustos 2013 Cumartesi

LİDER KİMDİR ?

Mustafa CAN
Lider olmak kolay değildir. Lider doğulur, lider olunmaz. Liderleri millet yetiştirir ve zor günler insanı lider haline getirir. Liderliğin kriterleri çoktur; ama birkaçını burada dikkatlere sunmak istiyorum.
1.   Gücünü meşruiyetten ve liyakatten alan, maharet ve samimiyetle, istişare ve anlaşma ile icraat yapan, hak ve adaletten ayrılmayan idarecilere lider denir.
2.  Lider, tutarlı, ölçülü ve dengeli olmalıdır.
3.  Lider az ve öz konuşmalı. Yanlış anlaşılması ihtimali olan sözler söylememelidir; çünkü mutlaka yanlış anlaşılacaktır.
4. Neyi konuşacağını değil, neyi konuşmayacağını bilmelidir.
5.  Lider, okuyan, araştıran ve dinleyen olmalıdır. Her yerde gözü ve kulağı bulunmalıdır
6.  Rakiplerinden hiçbirini küçük görmemeli ve basite almamalıdır. Onlara cevap yetiştirmek için de çalışmamalıdır.
7.  Lider icraatı ve eserleri ile konuşmalıdır. Az konuşmalı; ama çok iş yapmalıdır. Birine cevap vermesi gerekiyorsa sözlü değil, yazılı cevap vermelidir.
8.  Lider, birleştirici, bütünleştirici ve arabulucu olmalıdır. Herkesi, bilhassa muhalefeti çok iyi dinlenmelidir.
9.   Lider, istişareye önem vermeli, konuşmak için değil, dinlemek için istişare yapmalıdır. Ortak kararların alınmasına yardımcı olmalıdır. Kendi düşüncelerini ve kararlarını deklare ederek kurula kabul ettirmek ve yardımcılarını ikna etmek için istişare yapmamalıdır. Kurulun kararları kendi görüşlerine aykırı da olsa kendi kararı gibi kabul ederek uygulamasını takip etmelidir.
10.  Lider ketum olmalıdır. Sır saklamasını bilmelidir. Yapacaklarını ve gizli kalması gerekenleri saklamalıdır.
11.  Lider güvenilir olmalıdır. Söz vermemeli; ama verdiği sözleri mutlaka ifa etmelidir.
12.  İşlere ehil olanları getirmeli, bu nedenle partizanca davranmamalıdır. Hissi ve ideolojik yaklaşımlardan ve peşin hükümlerden sakınmalıdır.
13.  Lider müdebbir olmalıdır. Bununla beraber cesur ve atak olmasını bilmelidir.
14.  Lider kararlarını düşünerek ve istişare ederek almalıdır. Karar verirken zorlanmalı, ama uygulamaya geçtiği zaman mutlaka tavizsiz uygulamalıdır.
15.  Lider öfkelenmemelidir, öfkeli olduğu zaman da karar vermemelidir. Öfkesini ve şehvetini yenmesini bilmeyen lider olamaz.
Bu anlatılanları başarabilenler iyi bir lider olabilirler. Ancak liderler yine de toplumun sıkıntı ve felaket zamanlarında ortaya çıkar; yani etrafına toplanan halk onu lider yapar. Milletine layık olursa liderliği devam eder ve tarihe geçer; ama layık olmazsa o zaman liderliği kısa süreli olur.

ZALİM PROPAGANDA VE GADDAR SİYASET



M. Ali KAYA
Günümüzde yalancılık üzerine kurulmuş olan“Gaddar Siyaset” ne yazık ki “Zalim Propaganda”yı kullanarak toplumu siyasetine alet etmektedir. Bu nedenle günümüz siyaseti doğruluk ile yalancılığı birbirine karıştırmış ve beşerin kemâlatını da karıştırmıştır. (Eski Said Eserleri, 2009, Hutbe-i Şamiye, s.344) “İman sıdk ve doğruluk, küfür de kizb ve yalancılık” olduğuna göre günümüz siyaseti imanlı mü’minlerin sakınması gereken bir konumdadır. Her mü’minin her sıfatı mü’min olmak ve imanından kaynaklanmak gerekirken maalesef böyle olmamaktadır. Bu husus siyaset sahasında daha da belirgin bir şekilde kendisini hissettirmektedir.
Siyasetin halkı etkileme silahı propagandadır. Maalesef zamanımızda “zalim propaganda” silahı halkı ve toplumu etkilemek için kullanılmaktadır. Eskiden mitingler ve broşürler, gazete ve dergilerle yapılan reklam ve propagandanın yerini daha gelişmiş olan TV ve İnternet ile afişler ve daha etkili broşürler almış bulunmaktadır. İnsanların zaaflarından yararlanarak kiminin intikam hırsını, kiminin makam sevdasını, kiminin mal ve menfaat duygusunu, kiminin dinsizliğini, kiminin de taassubunu işleterek siyasetine alet etmektedir. (Eski Said Eserleri, Hutuvat-ı Sitte, s. 449)
Bediüzzaman Said Nursi (ra) propagandayı “zâlim cerbezenin veled-i nâmeşruu” olarak vasıflandırmaktadır. Cerbeze ise, “müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmektir.” (Eski Said Eserleri, Tuluat, s.570) İnsanlar cerbeze ile aldatır ve aldanır. Cerbezenin işi aklı yanıltmak, bir kötülüğü ve kusuru sümbüllendirerek büyütüp, şişirip hasenata ve iyiliklere galip getirmektir. Bir insanın bir senende ağzından ve burnundan gelen akıntıyı toplayarak bir günde ve bir anda ağzından çıkıyor gibi göstermektir. Bir insanın ömür boyu yaptığı yanlışları ve hataları toplayarak her zaman yapıyor gibi göstermek cerbezedir, aklı yanıltır ve insanları aldatır. Günümüz siyasetinin yaptığı da budur. Kim propaganda silahını daha iyi kullanır ve Medya’yı ele geçirirse toplumu yanıltmakta ve yanlış yönlendirebilmektedir. Bu nedenle propaganda ile akılları ve insanları etkileyerek elde edilen siyasi başarılar gerçek başarı değildir ve sağlıklı bir sonuç değildir. Bunun en açık örneği 1982 Anayasa Referandumudur. % 92 “Evet” oyu bu şekilde alınmıştır. Bunun sağlıklı olmadığı daha sonra yapılan ve 100 maddeyi aşan Anayasa değişiklikleri ile de ispatlanmıştır.
Aynı şekilde 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan kısmî Anayasa değişikliği referandumunda da propaganda ve cerbezenin devlet imkânları kullanılarak ve Medya desteği sağlanarak iktidar tarafından yapılmadığı söylenemez. Bu husus da ileride kendisini gösterecektir.
Peki bu nevi zalimane ve cerbezeli propagandalara nasıl mukabele edilmeli ve gerçekler nasıl anlatılmalıdır? Bu nevi propagandalara mukabele o yalancı silahla olmamalıdır. Belki sıdk ve hak ile, doğruluk ve haklılık ile olmalıdır. Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. (Eski Said Eserleri, Tuluat, s.582) Ama ne var ki, aradan çok zaman geçer.
Bütün bu gerçeklerden sonra diyebiliriz ki, propaganda gözü kör eden ve akıl dumura uğratan şiddetli bir silahtır. Propaganda dönemi geçtikten sonra bir rahatlama ve herkesin kendi işine yönelerek ve gerçeklerle karşı karşıya kaldığı bir dönem gelir. Sonra insanlar aldatıldıklarını anlarlar ve hayal kırıklıkları yaşanmaya başlar. “Çok şey değişecek” diye beklenti içine sokulan insanlar hiçbir şeyin değişmediğini görürler. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye aldatılanlar, “Falan gelecek dertler bitecek” diye heyecanla değişimi bekleyenler “Ah! Ne olaydı da ellerim kırılsaydı da…” demeye başlayacaklardır. Ama elde ne dümenler var, ne yalanlar vardır. Bu defa da “bahane üretmeler” “suçu ve suçluyu dışarıda, ta Amerikalarda ve yüzyıl ötesinde aramalar” başlayacaktır. Sempatizanların ve radikallerin görevi ne olursa olsun yapılan yanlışlardan başkalarını sorumlu tutarak iktidarın yüzünü yıkamaktır.
Son olarak Kayserili uyanıkların eşeği boyayıp babasına satması fıkrasında olduğu gibi, siyasilerde nice oyunlar ve hileler var ki insanın akıl ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Akla hayale gelmedik hile ve oyunlar siyaset cambazlarında bulunmaktadır. Bu nedenle tecrübelerin insanı akıllandıracağı tezi de suya düşmektedir. Zira “ne tecrübe bitmekte ne de kazık bitmektedir.” Her defasında farklı yönden ve akla hayale gelmedik şekilde hile ve oyunlar oynanmaktadır. Gelecekte de ne gibi oyunlar tezgâhlandığını ancak Allah bilir. Bizim yapmamız gereken sonuç almak değil, doğruluktan ayrılmamaktır. Vesselam…

26 Ağustos 2013 Pazartesi

OKUMAK,DAİMA OKUMAK...!

Ben bir kitap okudumYazdıre-Posta
Abdil Yıldırım tarafından yazıldı.   
PAZARTESI, 30 HAZIRAN 2008 05:54
ImageBen bir kitâb okudum kalem anı yazmadı
Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz


                                                  Yunus Emre
 
“İnsan bu dünyaya taallüm ile tekamül etmeye gelmiştir” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Yani okumak, ilim öğrenmek, sonra bilginin kanatları ile yükselip kemâle ermek, cennete lâyık bir hal almak için gelmiştir. Öyleyse her insanın en mühim vazifesi, okumak olmalıdır. Zaten Rabbimizin de ilk emir “Oku” değil midir?. Bu emir ilk önce bir Ümmi’ye (s.a.v.) gelmiş, o da “ ben okuma bilmem ki” deyince  “Yaratan Rabbinin adı ile oku” diye emir tekrar edilmiş, bunun üzerine  O Ümmi Zat, hem kendisine indirilen Âyetleri, hem de kâinat kitabını okumaya başlamıştı.

Demek ki okumak için illa mekteplerde medreselerde uzun yıllar tahsil  yapmaya gerek yokmuş.  Cesetten ruha açılan göz penceresinden şöyle bir baktığımız zaman, önümüze  kocaman bir kitabın açılmış olduğunu görürüz. O öyle bir kitap ki, her sayfasında binlerce cilt, her satırında binlerce sayfa, her hecesinde ve her harfinde yine sayısız kitaplar iç içe yazılmıştır. Bu öyle mucizeli ve câzibeli bir kitap ki, onu ümmîler ve âmiler okuduğu gibi, âmâlar da okuyabilirler. Beden gözünden mahrum olanlar kalp ve gönül gözü ile taallüm ederek tekâmül edebilirler.

Bir kütüphaneye girersiniz, raflarda dizilmiş binlerce cilt kitapla karşılaşırsınız. Dünyadaki bütün kütüphanelerdeki kitap sayısını düşündüğünüz zaman, “ne kadar da çok kitap yazılmış” diye hayret içinde kalırsınız. Halbu ki, her kitap Cenab-ı Hak’kın bir eserinin belki bir harfinden bahsetmektedir. Bir hücrenin mahiyetinin anlaşılması için binlerce cilt kitap yazılmış ve yazılmaya da devam etmektedir. Üniversitelerde o konuda kürsüler kurulmakta, bölümler açılmakta, yıllarca bir hücrenin anlaşılması ve anlatılması için tahsil yapılmaktadır. Vücudumuzun her organı için bir ana bilim dalı oluşturulmuştur. Dünyada eğitim vermekte olan binlerce tıp fakültesi mevcut olup, , insan kitabı okundukça yeni bilgiler keşfedilmekte, bunların anlaşılması için de yeni kitaplara ve yeni okullara ihtiyaç duyulmaktadır. Buradan şunu anlıyoruz ki, “bütün kitaplar, bir tek kitabın anlaşılması için yazılmıştır.”

Taallümle tekamül etmek için hücrelerin içinde gezinmeye, kan damarlarında dolaşmaya, sinir sistemi ve beyin kıvrımları arasında tur atmaya  da gerek yoktur. Her sabah uyandığımızda önümüze beyaz ve taze bir sayfa açılmaktadır. Güneş, bu beyaz sayfanın satırlarını önümüze açmakta, dikkatle okuyup müteala etmemiz için ışıktan okları ile satır satır ve hece hece işaret ederek gözümüze göstermektedir. Akşam olunca kapanan beyaz sayfanın yerine  siyah bir sayfa açılır. Bu sefer de gök kubbenin tavanında asılı duran sayısız yıldız kandilleri ve kamerin avizesi ile aydınlanan siyah sayfanın parlak satırları kendisini okutturmaya başlar.

Okumayı medenî olmanın bir ölçüsü olarak kabul edenler, bu kitaba nazar edip bu satırları okumuyorlarsa, onları  Ebu Cehil’den daha câhil olarak kabul etmek gerekmez mi?

" İMAN İLE, ÖLÜM DE GÜZEL"!...


Image“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber”
N. Fazıl

Ölüm kelimesi, insanların fazla duymak istemedikleri, mümkün olduğu kadar uzak durdukları, söz ve sohbet konusu yapmaktan çekindikleri bir kelimedir. Bir sohbet sırasında ölümden söz açıldığında, insanların suratı asılır, neşesi kaçar, huzuru bozulur.
Çünkü nefisler bundan rahatsız olur. Ölümün mânâsını ve mahiyetini bilmeyenler, onu anmak ve adını duymak istemezler. Ölümün adı bile onları rahatsız etmeye, huzurunu kaçırmaya yeter. Onun için ölümün adı anıldığında “Ağzından yel alsın” derler. Yani bu kelimeyi bir daha ağzına alma, ondan bahsetme diye temennide bulunulur.

Ama insan her ne kadar ölümü ağzına almasa ve onu unutsa da, ölüm insanı unutmaz ve kendisini de unutturmaz. Her gün cami avlularındaki tabutlarla, omuzlarda taşınan cenazelerle, hastalık veya kaza sonucu vefat eden insanlarla, kendisini bize hatırlatır. Biz ne kadar ondan uzak durmak istesek de, o bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu gösterir.

Bu kadar yakınımızda olan ölümü görmezlikten gelmek ve onun adını bile anmamak, deve kuşu pozisyonu almaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde hangi insan ecelin elinden kurtulmuş ki? Gerçek kurtuluş ve selâmet, ölüme yakın olmak, onunla dost olmak değil midir? Gafletin, husûmetin ve korkunun ecele faydası olmadığına göre, ölümün yüzüne gülmek, ona dostluk eli uzatmak, onunla barışık olmak daha iyi değil midir?

İnsan bilmediği şeyden çekinir, korkar, telâşa kapılır. Gecenin karanlığında uzaktan bir karartı görsek, ürpeririz. Bize bir zararı dokunmasından endişe ederiz. Ama yanına varsak, mahiyetini görsek, mânâsını anlasak, endişemiz ve korkumuz ortadan kalkar. Bizim korktuğumuz karartı, belki bir dostumuz, ahbabımız olarak karşımıza çıkar.

Aslında ölümden bahsedilmesinden rahatsız olan, onun adı anıldığında huzuru kaçan, nefsimizdir. Yoksa kalbin, ruhun ve diğer duyguların ölümden bir endişesi olmaz. Cenâb-ı Hak, “Her nefis ölümü tadıcıdır” diyor. “Her ruh ölümü tadıcıdır” demiyor. Yani ruhun ölmesi söz konusu değildir. Hatta ölüm, ruhumuz için daha güzel bir hayata geçiştir. Ölüm sonucu ruh, beden denen ağırlıklardan ve ayak bağından kurtulur, serbest kalır, daha özgür bir ortama kavuşur. Özgürlükten korkanlar ise, istibdat altında yaşamaya alışmış zavallılardır.

Böyle düşünüp ölüme bu gözle baktığımız zaman ondan korkmak için hiçbir sebep kalmaz. Ama ölümü sevmek için pek çok sebep vardır. En birinci sebep, bizi Rabbimize, Hâlıkımıza, Malikimize kavuşturacak olan bir vasıtadır. Sevdiklerimizden ayrı kaldığımız zaman, onları özleriz, hasretlik çekeriz. Bir an önce kavuşmak için çareler ararız. Vuslat zamanını iple çekeriz. Ruhun en sevgili varlığı da, onun Maliki olan Cenâb-ı Hak olduğuna göre, insanı Rabbine götürecek olan ölüm sen derece sevimlidir, güzeldir.

Ölümün mânâsını ve mahiyetini en güzel şekilde anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bize onun sevimli yüzünü gösteriyor. Ecel vasıtasıyla insanın nereye sevk edildiğini ve ölümün kollarında nasıl güzel bir mekâna taşındığını şöyle izah ediyor:

‘’Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.’’

İnsanı, Cennet ve Cemalullah gibi iki büyük nimete götürecek olan ölüm, ne kadar sevilse, az değil midir?

Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, Allah’ın en sevgili kulları ölüm vasıtasıyla ahiret diyarına göçmüşler, Mahbub-u Hakîki’ye kavuşmuşlardır. Onun için Allah dostları olan kâmil insanlar ölümü sevmişler, ölmeden önce ölmek istemişler.

Mevlânâ Hazretleri ölümü hasretle beklemiş, ölüm gününü düğün günü olarak ilân edip “Şeb-i Aruz” diye adlandırmıştır. “Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir. Seninle olduktan sonra ölmek, tatlı candan da tatlıdır bize” diyen Mevlânâ, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyerek ölümün bir ayrılık değil, kavuşma olduğunu ifade etmiştir.

Yunus Emre ise, ölümü şöyle vasıflandırır: “Kogıl (bırak) ölüm endişesin / Âşıklar ölmez bâkidir” diyerek Hak’ka âşık olanların ölmeyeceklerini, bâki kalacaklarını belirtiyor.

Aslında kâfirler ve fâsıklar da ölmez çünkü onların da vermesi gereken bir hesap vardır. Ama onlar için ölüm cehennem hayatına geçiş olacağından, ölümden korkarlar, onu düşünmek ve hatırlamak istemezler. Mü’min için ise ölüm, Cenâb-ı Hak’kın cennet ve cemaline kavuşmasına bir vesile olduğu için hasretle beklenir, sevinçle karşılanır.
Herkese huzurlu bir ömür, hayırlı bir ölüm diliyorum.
Abdil Yıldırım

ALLAH'IN İPİNE SIMSIKI SARILMAK

Kanser ve ümitYazdıre-Posta
Mikail Yaprak tarafından yazıldı.   
PERŞEMBE, 04 EYLÜL 2008 08:21

ImageGünümüz dünyasında milyonlarca kanserli hasta vardır. Her yıl sadece Avrupa’da 2,5 milyon kanser teşhisi konuyor. Bunlardan bazıları, “erken teşhis” avantajıyla hem tedavi görüyor, hem de işine devam ediyor. Bazıları iyileşmiş, tekrar eski sağlığına kavuşmuş ama, belli aralarla kontrole tâbi tutuluyor. Bazıları ümidini kesmiş, acılar içinde kıvranıyor, inim inim inliyor.
Böyleleri, ölümü en büyük rahmet ve kurtuluş olarak idrâk ediyor, kâmil iman ve güzel bir sonla ölmeyi canına minnet sayıyor. Böyle birisini ziyaretim esnasında, Cenab-ı Hakk'ın, kendisine sabır ve dayanma gücü vermesi hususunda bizden ve herkesten duâ talebinde bulundu.

Bazı batı ülkelerinde son nefesinde acılar içinde kıvranan hastaya “ötenazi” uygulanıyor. Hastanın veya hasta yakınlarının isteği üzerine, hastanın ölümü çabuklaştırılıyor.

Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde “ötenazi” yasaktır.

Türk hukuk mevzuatında ötenaziyle ilgili bir kanun mevcut olmamakla birlikte, iki işlemle yasaklanmıştır. 1960’da yürürlüğe giren Tıbbî Deontoloji Nizamnamesi ile 1998’de tamim edilen Hasta Hakları Yönetmeliği’nde ötenazi yasaklanmıştır.

Ötenazi tabirini ilk defa 18. yüzyılda ortaya atan Bacon’a göre; doktorun vazifesi “iyileştirme” ile ızdırapları azaltmak olduğu gibi, rahat ve kolay ölüm sağlamakla da olabilir.

Hollanda ve Belçika’da ötenaziyi hukuka uygun hâle getiren yasalar çıkarılmıştır. ABD’de ise sadece pasif ötenaziye izin var. Yani hastanın tedavisi durduruluyor, ölüme terk ediliyor.

Cenab-ı Hak böyle durumlarla karşı karşıya kalmaktan bizleri muhafaza eylesin.

***

Kanser insanın kanına girmeden, insanoğlu aklıyla ve ilmiyle kanser hücresinin içine girmeye çalışmalı, onu iyice tanımalı. Aslında mahiyeti itibariyle ve bazı özellikleriyle bu kanser hücresi, “ene”yi, “nefs-i emmare”yi, vesveseyi ve “yeis”i de andırıyor. “Cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder; tanımazsan gelir, tanısan gider” cümlesi, musibetli vesveseye uyduğu kadar, buna da uyuyor. Erken “tanı”nın (teşhis) kanserde önemli olduğu bilinen bir gerçektir.

Nefs-i emmareye benzeyen tarafına gelince, bilindiği gibi “nefis” kendisini serbest, müstakil ve bizzat mevcut bilir. Doku düzeni içindeki hücre hayatında da, biyolojik şartları ortak karşılama ve omuzlama şuuru vardır. Hücrelerin bu doku düzeni şuuruna uymayan tek bir hücre tipi vardır ki, o da kanser hücresidir. Kanser hücresi bu toplu hayattan kaçıp bağımsız yaşamak ister. İstemesine ister ama, bu emeline ulaşamaz. Baş kaldırır, isyan eder, anarşi çıkarır.

Kanser bir yönüyle de “yeis”e (ümitsizlik) benzer ki, “yeis, ümmetlerin, milletlerin seratan (kanser) denilen en dehşetli bir hastalığıdır” şeklinde Bediüzzaman’da tarifini bulur. Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi hastalığına karşı da, “el-emel, yani rahmet-i ilahiyeye kuvvetli ümit beslemek” fikrini, eczane-i Kur’anîyeden “ilaç” olarak takdim eder.

Manevi bünyemizi kemiren “yeis” kanserinin ilacı “el-emel” (ümit) olduğuna göre, maddi bünyemize yol bulup giren kanserin en baş ilacı da, tıbbî tedavilerinin beraberinde, yine “ümit” olmalıdır. 1983 yılında yazdığım ve ihtilâl marazına maruz kalan gazetemizin kapanmasıyla, hâlimizi tasvir eden TASVİR’de çıkan uzun bir şiirin bir bölümüyle bu yazıya veda ederken,  Cenab-ı Hakk bütün hastalarımıza sabır, tahammül, ümit ve şifa ihsan eylesin.
Hoş geldin vücuduma ey davetsiz misafir!
Hakk’tan emir aldıysan, çekinme içeri gir!
Davet etmedim gerçi, öyleyse gönderildin…
Vazife aşkıyla mı vücudumda dirildin?
Rabbimden almamışsan ölümüm için emir,
Bin bunca şiddetinle istersen içime gir!
Ey musibet, ey maraz sen bir halt edemezsin!
Mücadelemde asla beni alt edemezsin!

VAY CANINA...!

Kahraman Demokratlar Nerede?Yazdıre-Posta
M. Nureddin Kutan tarafından yazıldı.   
CUMA, 09 NISAN 2010 01:32
Zaman zaman kahraman demokratları merak edenler oluyor. Olayların gürültüsü patırtısı geçmeden, içinde neler döndüğünü anlamıyorsunuz. Geçenlerde eski politikacılardan Tansu Çiller ile Tayyib Erdoğan arasındaki siyasî muhabbete gazetelerde gözüm ilişince Vay Canına! Demeden edemedim. Amerikanın kolejli güzel kızı demokratların anasıyım, derken AKP´ye birden bire danışman oluvermiş.
Olayı konjukturel ve günlük politika ile sınırlı düşünsem bana enayi demezler mi? Mehmet Ağar´dan sonra tekrar demokratların başına geçmeyi düşünen Özer Bey´in eşi, beceremeyince diğer liderler gibi emanetçi usûlünü denedi. Sevgili Süleyman, Tansu Hanımın yardımıyla geldiyse de emanetçi olmamaya karar verdi… Neyse ki Süleyman da yarıştan koptu ve demokratlar, demokrat düşmanlarının dönüşüm projesinden azıcık da olsa kurtulmuş oluyorlar. Türk Siyasî hayatını global menfaat şebekesi için dönüştürenlerin demokratlara olan ezelî düşmanlığı buradan da belli oluyor.
Can Paker´in aracı olduğu global şebekenin bir dönüşüm projesi olan AKP´ye eklemlenmek isteyenlerin hesabı belli. Fakat bu kadar dindarı, milliyetçiyi ve kısmen de olsa demokratı vitrinde tutabilme başarısını gösteren global dönüşüm projesinin yetkilileri Erdoğan ve Gül´ü seçmelerinde de başarılı olmuşlardır.
S. Demirel´in Tansuya olan düşmanlığını biz demokratlar, şahsî garaz ve çekişme zannetmiştik. Bir türlü ne olduğuna aydınlanamayan Özer Çiller´in Tansu ile birlikte demokratlara kakalanmasının asıl mahiyetini Süleyman Bey biliyormuş. Fakat global fırtınanın şerrinden korkup kamuoyuna bir türlü anlatamamış.
Türk siyasî hayatını global menfaat şebekesinin menfaati istikametinde dönüştürenlerin projeleri bildiğimiz gibi belli zaman ve şahıslarla sınırlı kalmıyor. Otuz senelik, belki de elli senelik bir plân hazırlanıyor ve imkân bulduklarında uyguluyorlar.
Marksist Kemalist ittifakının kullanıldığı 1920´li yılların başındaki Milli Nizam Partisi olayını da bu projeye dahil edip, Erbakan´ın misyonunu tesbit ederek sözkonusu çerçeveye bakmakta fayda var. 12 Mart Cuntasındaki Kominist Kemalist ittifağının en önemli ayağı olan Turgut Sunalp Paşa´nın Erbakan´ı İsviçre´den Muhsin Batur ile birlikte getirmeleri ve partiyi finanse ederek Anadoluda teşkilâtlandırmaları burada fevkalâde mühimdir. Bütün hesap, Türk milletinin bağımsızlığına Kominst Kemalistlerle birlikte son vermek… Adalet Partisini parçalayarak 12 Eylül´e hazırlık yapmak. Bu dönüştürme projesini uygulayanların çok önemli bir özellikleri de piyonlarını sonradan ortadan kaldırmak… İşte Nihat Erim´in âkibeti… Ve daha sonra da Turgut Özal gibi… Birisi 12 Martın başbakanı, diğeri de 12 Eylül´ün başbakanı… Kahraman demokratları çok merak edenler, önce şu AKP tezgâhının mahiyetini anlasınlar, sonra demokratları arasınlar.
Hepinizin bildiği üzere mecellede vardır ki, defi şer celbi nefa racihtir. Yani kötülükleri gidermek güzellikleri aramaktan önce gelir. Bakın şu Özer Çiller´in eşi ve Tayyip – Emine çiftinin yalılarına ikidebir konuk oldukları Tansu Hanımın projedeki misyonu, bizi ta nerelere götürdü. Düşünenler için bu olaylarda epeyce ibret vardır.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

DEMOKRATLARIN ÜÇ CEPHEDE MÜCADELESİ

Rafet ÖZCAN

Adalet,hürriyet ve hukukun üstünlüğünü savunan demokratlar üç cepheden kendisine hücum eden muhalifleriyle  mücadele etmektedir.Nedir bu
mücadele edilen üç muhalif cephe;
1-HALKÇILAR, bunlar laikliği dinsizlik olarak yada dine karşı olarak düşünen ateist gurup sözde demokrasi taraftarıdırlar ama halkçı olduklarını söyledikleri halde halka güvenmezler ve halka rağmen halk için mücadele ettiklerin söyleyerek ihtilale zemin hazırlayarak, ihtilalleri ve ihtilalcileri alkışlarlar demokrasi ve demokratlara karşıdırlar. Onun için demokratlar bunlarla mücadele erdeler.
2-IRKÇILAR, Bunlarda milliyetçilik diyerek ırkçılığı esas kabul ederler ve demokratlara karşı halkçılarla birleşerek ihtilallere  destek olurlar.Demeokratlar bunlarla da mücadele etmek durmundadır.
3-SİYASAL İSLAMCILAR, bunlarda ülkede demokrasinin olmasını istemezler halkçılarla ,ırkçılarla koalisyonlar oluşturarak gerekirse anarşistlerin affedilmesini sağlarlar .Demokratlara karşıdırlar ve demokratlar bunlarla da mücadele etmek durumundadır.
Halkçılar devlet otoritesini ve orduyu arkasına alarak rejim muhafızlığı yaptığı için demokratlara karşıdır.Irkçılar ırkçılığı esas tuttukları için hürriyetleri kısıtlarlar ve gerektiğinde halkçılarla birlik olurlar onlarda rejimi korumaya çalışırlar,demokratlara karşıdırlar.
Siysal İslamcılara gelince, bunlar kendi çıkarları için dini dahi kullanarak iktidara gelmeye çalışırlar.Türkiye’yi DARULHARP gördükleri için her şey mübahtır.Demokrasi BATILDIR. hak ise ,onların kafasındaki soyguncu düzendir.Demokratlar hürriyeti savunduklarından dolayı bunlar demokrat zihniyete düşman ve karşıdırlar.
İşte ülkemizde demokratların karşısında olanlar ve demokratların önündeki engeller.Milleti midesinden yakalayan iktidarlar halkı kendine kul köle yapmakta ve milleti kafa karışıklığı ile sürü haline getirip yönetmeye çalışmaktadırlar.
Ey milletim! artık yeter. Aldatarak iş yapanların boş vaadlerine kanma .Bu ülkenin her karış toprağında hizmet izleri olan demokratların yaptığı hizmetleri unutma.Her ne şekilde olursa  olsun eğer bir yerlere sığıntı olarak gitmişsen işte demokrasi bayrağının dalgalandığı yer olan DEMOKRAT PARTİ dön gel.Partin, yuvan hizmet yerin seni bekliyor.Kime hangi partiye oy verelim ,nereye gidelim diyenlerin adresi: DEMOKRAT PARTİ diyoruz.
Yeter söz yeniden milletin .Yeter artık buraya kadar..Yeniden DEMOKRAT PARTİ’ DE toplanalım .Hakka ve halka hizmet için yeniden Demokrat Parti’ye evet diyelim.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

SÜLEYMAN DEMİREL


Sami Süleyman Gündoğdu Demirel
(D. 1 Kasım 1924 İslamköy-Isparta)
İnşaat ve Su Mühendisi, Hürriyetçi, Demokrat, Siyasetçi ve Türkiye’nin 1965–1993 yılları arasında 7 farklı hükümetinde 7 defa 12 yıl Başbakanlık yapmış, 3 ihtilal ve 1 muhtıraya muhatap olmuş ve 9. Cumhurbaşkanı olarak görev yapmıştır. 31 yaşında Genelmüdür, 40 yaşında Genelbaşkan ve 41 yaşında Başbakan olan ender liderlerdendir. “Barajlar Kıralı” “Baba” “Bir Bilen” ve “Bilge” unvanları ile anılmıştır. 1961 – 2000 tarihleri arasında kesintili ve yasaklı da olsa 40 yıl siyaset sahnesini etkilemiştir ve hala daha etkilemeye devam etmektedir. Türkiye’de en çok icraat yapan, en çok hizmeti geçen ve ülkenin her yerinde eserleri bulunan siyasi mimardır. Kendisi susan ama eserleri ile konuşan bir kalkınmacıdır. Kırk yıl boyunca ülkenin bütçesini kullandığı halde kör kuruşun hesabını verip alnının akıyla çıkan ve hiçbir yolsuzluk ve usulsüzlükle suçlanamayan bir ekonomisttir. Tüm siyasi partilerce en fazla eleştirilen dünyada en çok düşmana sahip olan ama bütün bunlara karşın hiçbir yanlış icraatı ispat edilemeyen ve hiçbir mahkeme tarafından suçlu görülemeyen, ülkeye kazanımı ve yaptığı eserleri kendisi dışındaki bütün başbakanlardan daha çok olan acaip bir devlet adamıdır. Türkiye’nin bütün olumsuzlukları ve yanlışları bütün muhalifleri tarafından kendisine yüklendiği ve herkes tarafından çamur atıldığı ve karalandığı, ihtilallere maruz kaldığı halde hiçbirine cevap vermeyen ve gülerek geçen, öfkelenmeyen ve herkesi affeden, hiçbirine dava açmayan, hiçbir iftira ve karalamaya değer vermeyen sabırlı ve tahammüllü bir devlet adamıdır.
Her konuşması basında ve siyaset sahnesinde gündem oluşturan bir duayendir. Bu gün bile “Acaba bu konuda Demirel ne diyor? Veya “Demirel ne diyecek?” diye ağzından çıkacak her cümlesi Türkiye ve dünya kamuoyunca merak edilen ve sözleri manşetlere çekilen gizemli bir dünya siyasetçisidir. Konuşmadığı için Türkiye’nin pek çok gerçekleri gizli kalan ve sır saklamada benzeri olmayan ketum bir yöneticidir.
1960 ihtilalinden sonra ihtilalciler tarafından bütün milletvekilleri hapislerde idamla yargılanırken ve Başbakanı, Dışişleri ve İçişleri Bakanları idam edilen DP’nin devamı olduğunu söyleyerek AP’yi kuran bir cesaret abidesidir. 1962 yılında Genelbaşkanı olduğu bu partiyi CHP’nin “Ata binen eşekler, millet sizden ne bekler” şeklindeki alaylı ve tehdit kokan sloganlarına rağmen 1965’de % 52 oy alarak iktidara taşıyan cesur, yürekli, hürriyetçi ve demokrat bir liderdir.

S. DEMİREL HAYATI :

Hayatı:
1 Kasım 1924 tarihinde Isparta’nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy’de Hacı Yahya Demirel’in (1893-1972) oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini İslamköy’de, Ortaokul ve Lise’yi Afyonkarahisar’da okumuştur. 1949 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’nden İnşaat Mühendisi olarak mezun olmuş ve iş hayatına atılmıştır.
1953 yılında Seyhan Barajı inşaatı başladığı zaman proje mühendisi iken Başbakan Adnan Menderes’in dikkatini çekmiştir. 1954 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde Barajlar Dairesi Başkanlığına atanmıştır. 1955 yılında henüz 30 yaşında DSİ Genel Müdürlüğüne getirildi. Bu arada Eisenhower Vakfı tarafından burs verilerek ABD’ye giderek burada eğitimini tamamlamıştır.
ABD’den döndükten sonra 1962–1964 yılları arasında serbest müşavir-mühendis olarak çalıştı. Aynı zamanda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İnşaat Mühendisliği alanında dersler verdi.
1962 yılında ihtilalciler tarafından kapatılan ve Başbakanı ile İki değerli bakanı idam edilen DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi olarak siyaset hayatında atıldı. Partinin Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın ölümü ile boşalan Genel Başkanlık için 28 Kasım 1964 tarihinde Adalet Partisi’nin Genel Kongresine aday oldu. Saadettin Bilgiç, Tekin Arıburun ve Ali Fuat Başgil’in de aday olarak yarıştığı bu ilk kongrede Süleyman Demirel Hürriyetçi ve Liberallerin adayı olarak görülüyordu. Ispartalı hemşerisi olan Saadetin Bilgiç ise Milliyetçi ve Muhafazakârların adayı idi. Süleyman Demirel’in seçilmemesi için Amerikancı ve “Mason” olduğu iddiasını ortaya attı. Süleyman Demirel ilk siyasi vefasızlığı ve acımasızlığı en yakınından görmüştü. Hemen bu iddiayı çürütmek için Türkiye Mason Locasından “Üyemiz değildir” diye bir belge alarak kongrede dağıttı ve iddiayı kesin dille reddetti. Ama ne var ki bu iddia Demirel’in muhalifleri tarafından 40 sene boyunca ellerinde ve dillerinde Demirel a
leyhine kullanıldı. Ama Demirel ne bu iddialara cevap verdi ve ne de bu iddiayı ortaya atan Saadettin Bilgiç’e küstü. Daima “Ağabeyim ve büyüğüm” diye saygı ve hürmetini esirgemedi.
Bütün bunlara rağmen Geçici Genel Başkan ve Genel Başkan adayı Saadettin Bilgiç karşısında 1679 delegenin 1072’sinin oyunu alarak ezici bir çoğunlukla Genel Başkan seçildi. Kendisi milletvekili olmadığı için meclis dışından CHP-AP Koalisyonu hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak kabineye girdi. 1965 seçimlerinde Genelbaşkanı olduğu AP ile % 52.8 oy alarak 252 milletvekili ile tek başına iktidar oldu ve Isparta milletvekili olarak TBMM’ye girdi, Türkiye’nin 12. Başbakanı olarak 30. TC Hükümetini kurdu. 1. Demirel Hükümeti döneminde ülke 68 Olayları olarak bilinen öğrenci eylemlerine sahne oldu.
16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında ABD’nin 6. Filosunu protesto etmek amacı ile 76 gençlik örgütü bir araya gelerek gösteri yaptılar. Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri de daha önceden hazırlık yaparak halkı tepkiye çağırdılar. İki grup Beyazıt meydanında taşlı sopalı kavga ettiler ve bu olaylarda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adında iki genç bıçaklanarak öldürüldü.
1966’da 1960 darbesinin lideri olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in TBMM tarafından sonra Cumhurbaşkanlığına Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçilmişti. Cevdet Sunay’dan boşalan Genelkurmay Başkanlığına da 16 Mart 1969’da I. Ordu komutanı olan Org. Memduh Tağmaç getirildi. Bu arada TBMM’de Demokrat Partililerin haklarının iadesi ile ilgili tartışmalar yaşanıyordu. Mayıs ayında 218 imzalı bir Anayasa değişikliği teklifi verildi ve siyasi hakların iadesi istendi.
14 Mayıs 1969’da uzun yıllar kavgalı olan Celal Bayar ile İsmet İnönü bir araya geldiler ve barıştılar. Celal Bayar İsmet İnönü’den destek istedi. İsmet İnönü de buna destek verdi. Genelkurmay karargâhı ise buna şiddetle karşı çıkıyor ve hakların iade edilmesi halinde darbe yapmaya hazırlanıyordu. Buna da Milli Demokratik Devrim diyorlardı. 16 Mayıs’ta darbe kararı alındı. ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre 19 Mayıs 1969 akşamı ABD’nin CIA görevlisinin Washington’a gönderdiği mesajda TSK’nın 16 Mayıs’ta darbe kararı aldığı bilgisi verilmişti. Aynı gün Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile uzun bir görüşme yapmıştı. Ordunun Anayasa değişikliğine karşı olduğu ertesi günkü basına da yansımıştı.
20 Mayıs 1969’da İsmet İnönü Cumhurbaşkanına bir mektup yazdı. Mektupta “Sayın Cumhurbaşkanı, CHP Genel Başkanı olarak ben ve partimin yetkili organları, siyasi hakların iadesi için Millet Meclisi’ne verilmiş bulunan 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifini destekleme kararı aldığımızdan beri, gerek Zatı Devletlerinin, gerek bazı yüksek komutanların uyarı ve ısrarlarına muhatap olmaktayız…” deniyordu.
Süleyman Demirel 20 Mayıs 1969 grup toplantısında askerin rahatsızlığını dile getiriyor ve “Ordu muhtıra vermedi; ama bir rahatsızlık var. Seçimlere gidelim. Bu durumu ancak seçimle aşarız. Seçimle hem meclisimiz hem de parlamentomuz yara almadan kurtulur” diyordu. Sonuçta Anayasa teklifi komisyona geri çekildi ve seçim kararı alınarak genel seçime gidildi. Askerlerin 20 Mayıs 1969 darbe teşebbüsü de akim kaldı.
12 Ekim 1969 tarihinde yapılan seçimlerde Adalet Partisi % 46.55 oy alarak 450 milletvekilinden 256’sını alarak tek başına iktidar oldu. CHP ise oyların % 27.36’sını alarak 143 milletvekili ile Ana muhalefet partisi olmaya devam etti.
Ülkede sağ-sol olayları artarak devam ediyordu. 1970 yılı Şubat ayında Bütçe görüşmelerinde partili bazı milletvekilleri eski DP’lilerin haklarının iadesini bahane ederek bütçeye ret oyu verdiler ve II. Demirel hükümetini düşürdüler. 41 milletvekili AP’den istifa ederek Ferruh Bozbeyli liderliğinde Demokratik Parti (DP) adında bir parti kurdular ve AP’yi bölerek zayıflattılar.
15–16 Haziran 1970 tarihlerinde sol DİSK ve TÜRK-İŞ sağ sendikalar işçi hakları ve kendilerine verilecek haklar ile ilgili toplu yürüyüşler yaparak olaylara sebebiyet verdiler. İstanbul’da gösterilere 75 bin işçi katıldı. Kadıköy’de 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf hayatını kaybetti. Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. DİSK’e bağlı birçok yönetici Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından sorgulanarak cezalandırıldı.

12 Mart 1971 Muhtırası ve Sonrası:

 
9 Mart 1971’de Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun yönettiği askerî cunta “Milli Demokratik Devrim” adı altında darbe kararı aldı. Cunta içine sızmış olan Mahir Kaynak ve MİT’ten Mehmet Eymür durumu haber verince darbe akim kaldı ve darbeye teşebbüs edenler re’sen emekliye sevk edildiler. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç darbeye teşebbüs eden Tüm general Celil Gürkan ve genç subayları ordudan tasfiye etti. Ancak ordu içinde rahatsızlık devam ediyordu. Orgeneral Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in de 9 Mart 1971 darbesine destek verdikleri ama sonra deşifre olunca desteklerini çektikleri sorgulamalarda açığa çıktı. Ancak ordudaki rahatsızlığı ortadan kaldırmak amacı ile Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç 12 Mart 1971’de hükümete bir Muhtıra verdi.
12 Mart 1971 günü saat 13.00 de TRT’den okumam muhtırada şöyle deniyordu: “Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuştur. Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.” Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu’nun imzasını taşıyan muhtırada şu hususlara da dikkat çekiliyordu.
• Meclis ve hükümetin icraatı tutum ve tavırları kardeş kavgasını, sosyal ve ekonomik barışı bozmuştur. Anayasa’nın öngördüğü reformlar yapılamamıştır.
• Türk Milletinin sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetler bu vahim durumdan kurtaracak çareleri partiler üstü bir anlayışla Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak kuvvetli bir hükümetin teşkilini zaruri görmektedir.
• Bunlar yapılmadığı zaman TSK kanunların kendisine verdiği TC’yi koruma ve kollama görevini yerine getirerek idareye doğrudan üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…
Bu durumda hükümetin yapacağı en önemli karar istifa ederek parlamentoyu açık tutmak ve darbeye engel olmaktır. Süleyman Demirel önce kuvvet komutanlarını emekli edilmesi için teşebbüse geçer ve Cumhurbaşkanı ile görüşür. Cevdet Sunay “Bu durum beni de aşar” deyince yapacağı bir şeyi kalmadığını görerek istifasını sunar.
Süleyman Demirel’in istifası üzerine Kocaeli Milletvekili Nihat Erim 26 Mart günü CHP’den istifa ederek güya partilerüstü “Reform Hükümeti”ni kurar. Nihat Erim hükümeti ancak 8 ay dayanabildi. ABD’nin istediği “Haşhaş Ekiminin Yasaklanması” ve ordunun istediği “İmam-Hatip Liselerinin” orta kısmının kapatılması dışında hiçbir reform ve icraat yapamayarak 11 Aralık 1971 tarihinde istifa etmek zorunda kaldı.
Hükümete talip çıkmayınca görev yeniden Nihat Erim’e verildi. O da birkaç kişilik kabine değişikliği ile yeni bir hükümet kurarak yoluna devam etti. Ama bu da ancak 22 Mayıs 1972’ye kadar 4 ay dayanabildi. Bu anayasa ile reformla yapılamaz” diyen Demirel’e inat “Bu Anayasa ile bal gibi hükümet idare edilir” diyen Nihat Erim Anayasa’nın 50 maddesinde istediği değişiklikleri yapmasına rağmen hiçbir icraat yapamayarak 22 Mayıs 1972’de istifa ederek Başbakanlıktan çekildi. Partiler üstü hükümetin hiçbir şey yapamayacağını ispat etti.
12 Mart Muhtırasını Demokratik Demirel hükümetine yaparak Atatürkçü ve CHP’li Erim Hükümetini kurduran muhtıracılar işin içine girdikleri zaman sıkıntının Demokrasiden ve Demirel’den kaynaklanmadığını gördüler. Çünkü CHP’den ve Atatürkçü görünen Komünizm taraftarlarının İsrail Başkonsolosunu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi militanları tarafından kaçırılarak öldürüldü. Bunun üzerine Sokağa Çıkma Yasağı uygulanarak armalar başladı ve tutuklamalar zinciri oluşturuldu. Bu harekâta “Balyoz Harekâtı” dendi. Sonuçta Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan gibi militanlar tutuklandı. TİP ve DİSK kapatılmak zorunda kalındı. Askeri mahkeme Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına hükmetti ve idamlar infaz edildi.
Nihat Erimin istifasından sonra “Geçici Hükümet” çalışmaları başladı. 22 Mayıs 1972 Ferit Sadi Melen’nin Başbakanlığında geçici bir hükümet kuruldu ve bu hükümet de ancak 11 ay dayanabildi. 15 Nisan 1973’de istifa ederek yerine Naim Talu hükümeti kuruldu. Bu hükümet de 26 Ocak 1974 tarihine kadar kalabildi.

1973 Yılı Cumhurbaşkanlığı Seçimleri:


Faruk Gürler 1958 yılında Dokuz Subay Olayı’ında DP’ye karşı darbe hazırlayan grubun içinde olmakla suçlanmıştı (http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?) ama delil yetersizliğinden berat etmişti. 1966 yılında Orgeneral olan Faruk Gürler Korgeralliği zamanında Harp Okulu Komutan Vekilliği ve Harp Akademileri Komutan Vekilliği yapmış, MSB Müsteşar Vekilliği görevlerini de yürütmüştü. Orgeneralliği döneminde de I. Ordu komutanı Faik Türün’den sonra II. Komutan olmasına rağmen Harp Okulları Komutan Vekilliği yaptığı için genç subayların da gönlünü kazanmıştı. 28 Ağustos 1970’de Süleyman Demirel başbakanlığında Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandı. 12 Mart Muhtırasının müsebbibi ve en aktif generali idi. İhtilal yapmak isteyen ekibin içinde bulunuyordu. İhtilal deşifre olunca geri çekilenlerdendi. Ancak Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a “Muhtıra” veresi konusunda baskı yapıyordu. Nihayet bunda muvaffak olmuş ve Demirel hükümetinin istifasını sağlamıştı.
28 Mart 1973 yılında Cevdet Sunay’ın görev süresi dolunca Cumhurbaşkanı olmak için Süleyman Demirel’in bir oyunu ile AP milletvekillerinin kendisine oy vereceğine inanarak 5 Mart 1973 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığından kendi isteği ile emekli oldu ve CHP’nin adayı oldu. Amacı Çankaya Köşküne hâkim olmak ve Milli Güvenlik Kurulunu idare ederek hükümeti yönlendirmekti. TBMM “Ya Gürler ya da Askerî Darbe” seçeneği ile karşı karşıya idi. (http://www.taraf.com.tr/haber/cumhuriyet-in-kurulusunda-katiller-var.htm) Süleyman Demirel son anda Tekin Arıburun’un AP’nin adayı olduğunu açıkladı. Cumhurbaşkanlığı için oylama başlayınca Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ve 52 General TBMM’de seçimi izliyordu. I. Ordu komutanı olan Faik Türün ise Faruk Gürlerin 9 Mart 1971 Darbe teşebbüsü içinde olan sol tandanslı Milli Demokratik Devrimcisi olarak gördüğü için Faruk Gürlerin seçilmesine karşı çıkmıştı. Ankara’da cuntacılar Gürler seçilmedi diye darbe yapacak olursa TBMM’yi İstanbul’da toplayacağını Süleyman Demirel’e bildirmiş ve destek vermişti.
AP’li Meclis Başkanı Sabit Osman Avcı’nın yönettiği TBMM’de yapılan ilk tur oylamada AP adayı Tekin Arıburun 282 Faruk Gürler ise 175 oy alınca Faruk Gürler oyuna geldiğini anladı ve oturduğu koltuğa yığılıp kaldı. Demokratik Parti ise kendi lideri Ferruh Bozbeyli’yi aday göstererek ne Gürlere ve ne de Arıburun’a destek vermedi. Böylece darbeci Gürler seçilmemişti ama AP adayı Arıburun da seçilememişti. Turlar böyle devam edip seçim çıkmaza girince Süleyman Demirel Ecevit ile görüşerek 6 Nisan 1973’de Emekli Orgeneral Fahri Korutürk’ü seçtiler ve Korutürk Türkiye’nin 6. Cumhurbaşkanı oldu. Faruk Gürler ise bu hayal kırıklığı ile hastalandı ve 23 Ağustos 1975’de İstanbul’da öldü.
Süleyman Demirel 1971’in rövanşını 1973 yılında böyle almıştı.

14 Ekim 1973 Genel Seçimleri ve Sonrası:


12 Mart sonrası kurulan CHP tabanlı asker denetimindeki hükümetlerin bir önemli görevi de DP’nin devamı AP’yi yıpratmak Demirel’in yeniden iktidara gelmesini ve Başbakan olmasını önlemekti. Hatta 12 Mart muhtırasından sonra CHP’li Kocaeli milletvekili İsmail Hakkı Arar “Demirel bir daha başbakan olursa ben bıyıklarımı keserim” diye iddialı bir cümlesi basına yansımıştı. Askerî cunta bununla kalamayarak AP’yi bölmek için yeni bir sağ İslamcı parti kurulmasını öngördüler.
Bunun için de 1960’da Cemal Gürsel’e “Devrim Otomobili Projesini” sunan ve bakanlık isteyen, bu isteği kabul görmeyince 1969’da AP’den milletvekili olmak için başvuran ancak Süleyman Demirel tarafından kabul edilmeyen ve Konya’dan bağımsız milletvekili olarak TBMM’ye giren Necmettin Erbakan uygun bir isimdi. Erbakan 17 Ocak 1970’de 17 arkadaşı ile Siyasal İslamcı söylemlere sahip Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurmuştu. MNP hakkında 12 Mart 1971 askerî muhtırası üzerine “Laikliğe aykırı çalışmalar yürütmekten” dava açıldı ve 20 Mayıs 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve yöneticiler hakkında herhangi bir dava açılmamıştı. Buna rağmen Prof. Necmettin Erbakan kendisine bir zarar gelmemesi için İsviçre’ye gitmişti. 14 Ekim 1973 seçimleri öncesi AP’yi bölmek amacı ile Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur ile Turgut Sunalp tarafından ikna edilerek Türkiye’ye getirildi. Erbakan da 11 Ekim 1972 tarihinde MNP kadrolarıyla Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurdu. 1973 seçimlerine girerek % 11.80 oy alarak 48
milletvekili çıkarımışlardır. AP’den ayrılan Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Parti’si (DP) % 11.89 oy oranı ile 45 milletvekili çıkarınca AP % 16.71 oy kaybı ile % 29.82 oy alarak 149 milletvekili çıkarmıştır. CHP ise sağ oyların bölünmesi ile % 33.29 oy alarak birinci parti olmuş ve 185 milletvekili çıkararak en fazla milletvekiline sahip oldu ve hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Hükümeti kurmakla görevli olan CHP Genelbaşkanı Bülent Ecevit doğrudan Erbakan’a giderek kendisine destek olmasını istemiştir. Erbakan da Muhsin Batur’a verdiği sözün gereği olarak Ecevit hükümetine ortak olarak CHP’yi iktidara taşımış ve Demirel’in iktidarına engel olmuştur. Erbakan Ecevit hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu. CHP-MSP koalisyonu döneminde 1971 muhtırası sonrası ilk icraat olarak “Balyoz Harekâtı” ile hapishaneleri dolduran Anarşistlerin affı gündeme geldi. Erbakan’ın “Anarşistlerin affına taraftar olup evet demesi MSP’de çatlak meydana getirdi ve 24 Milletvekili MSP’den istifa etti. 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Barış Harekâtı yapıldı. Ecevit “Kıbrıs Fatihi” unvanını alınca bu unvanı Erbakan ile paylaşmak istemedi ve 17 Kasım 1974’de hükümet dağıldı.
Ecevit’in istifasını vermesi üzerine hükümeti kurma görevi tekrar Demirel’e verildi.

MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETLERİ :


Süleyman Demirel Sol ve CHP hükümetlerinin ülkede yaptığı maddi ve manevi tahribatı bildiği için Sol hükümetlere ülke yönetimini vermenin vebalini çok iyi hesap ediyordu. Bu nedenle ne bahasına olursa olsun kendisine rakip ve düşman da olsalar, AP seçmenini ifsat da etseler, devlet imkânlarını siyasi ve ideolojik çıkarlarına alet de etseler MSP, MHP ve CGP’yi “Ehven-i Şer” olarak görüyordu. Bu nedenle MSP, MHP ve CGP’yi de yanına alarak yakın bir tehlike olarak gördüğü “Anarşizm ve Komünizme” karşı Milliyetçi Cephe” olarak anılan 31 Mart 1975 tarihinde MC Hükümetini kurdu ve TBMM’den güvenoyu alarak çalışmaya başladı. Böylece “Demirel bir daha iktidar ve Başbakan olamaz” diyenleri şaşkına uğrattı. Bu arada DP’den ayrılan 9 milletvekili de Süleyman Demirel hükümetine desteklerini verdiler.
Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş ve Turhan Feyzioğlu I. MC Hükümetinin hem Devlet Bakanı hem de Başbakan Yardımcısı olarak görev yapıyorlardı. Ayrıca milletvekili sayısı oranına göre de bakanlıkları paylaşmışlardı. Bu hükümet 31 Mart 1975’den 5 Haziran 1977 tarihine kadar ülkeyi idare etti ve seçime götürdü.
5 Haziran 1977 seçimleri sonucunda CHP oylarını % 8 artırarak % 41, 39 oy oranı ile 213 milletvekili çıkararak birinci parti durumu daha da güçlendirdi. Bu oy artışında Bülent Ecevit’in “İşçi Babası Karaoğlan” ve “Kıbrıs Fatihi” imajının payı büyüktü. AP ise oylarını % 7.05 artırmış ve % 36.89’a yükselterek 189 milletvekili çıkarmıştı. MSP % 3.24 oy kaybetmiş ve % 8.57 ile 24 milletvekili çıkarabilmişti. MHP oylarını % 3.04 artırarak 16 milletvekilliği kazanmıştı. CGP 3 milletvekili kazanmış, DP ise tamamen silinerek ancak Konya’dan Faruk Sükan’ı meclise taşıyabilmişti. Partinin Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli daha seçilememişti. AP’den ayrılan DP oyları bu seçimde tekrar yuvasına dönmüştü.
1977 seçimlerinde Bülent Ecevit liderliğindeki CHP % 41 oy almasına rağmen elde ettiği 213 milletvekili ile Güvenoyu alabilecek salt çoğunluk olan 226 milletvekili kazanamadığı için hükümeti kuramadı. Hükümeti kurma görevi yine Süleyman Demirel’e düştü.
5. II. MC Hükümeti ve Ecevit’in İktidar Hırsı:
1977 seçimlerinden sonra 213 milletvekili ile güvenoyu alamayan Ecevit’in CHP’si hükümeti kurmada başarısız olunca Süleyman Demirel MSP ve MHP’yi de yanına alarak 229 milletvekilinin güvenoyunu alarak II. MC olarak anılan hükümetini kurdu. 21 Temmuz 1977 tarihinde göreve başlayan hükümet 31 Aralık 1977’de verilen bir gensoru önergesi sonucu oylamada 228 olumsuz oya karşılık 218 olumlu oy alınca güvenoyu alamayarak düşürüldü.
Hükümet kurma görevini alan Bülent Ecevit bakanlık vaadi ile AP’den 11 milletvekili ile pazarlık yaparak CHP’ye transfer etti. Bu transferler “Güneş Motel Olayı” olarak tarihe geçti. Bu nedenle bu hükümet 5 Ocak 1978 tarihine kadar ancak 6 ay görev yapabildi. Bunun nedeni CHP’nin iktidar olmak için 13 milletvekili bulmaya çalışması ve bunu da otellerde ve motellerde çetin pazarlıklar sonucu AP’den 11 milletvekili transfer etmesiydi. Bu sağlanınca hükümete verilen bir gensoru ile II. MC hükümeti düşürüldü. Bu transfer olayı da siyaset tarihine kara bir leke olarak geçti.
1978 Ocak ayında Ecevit’in tek başına iktidar olmak için AP’den transfer edilen Tuncay Mataracı (Gümrük ve Tekel Bakanı) Hilmi İşgüzar (Sosyal Güvenlik Bakanı) Orhan Alp (Sanayi ve Teknoloji Bakanı) Mete Tan (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) Güneş Öngüt (Ulaştırma Bakanı) Mustafa Kılıç (Devlet Bakanı) Şerafettin Elçi (Bayındırlık Bakanı) Enver Akova (Devlet Bakanı) Ali Rıza Septioğlu (Devlet Bakanı) bakanlıkları verildi.  Oğuz Atalay ve Ahmet Karaaslan’a bakanlık verilmedi. Ecevit’in verdiği bu tavizler ayrıca yolsuzluk söylentilerine konu oldu ve bu durum daha çok CHP’ye ve ülkeye zarar verdi.
Bu arada Türkiye’nin ekonomik durumu oldukça kötüye gitti. Bunda her ne kadar 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD’nin uyguladığı Ambargo’nun etkisi varsa da en büyük pay Ecevit hükümetinin yönetim konusundaki beceriksizliği ve yanlış politikalarıydı. Bu nedenle TUSİAD gazetelere tam sayfa eleştiri ilanları veriyordu. Türkiye adetâ yokluklar ülkesi haline gelmiş benzin ve yağ kuyrukları her yerde görülmeye başlamıştı. Anarşi ve Terör ise oldukça şiddetlenmiş ve daha tehlikeli bir hal almıştı. Kahraman Maraş, Çorum ve Sivas olayları olarak bilinen meşhur toplu terör olayları meydana gelmişti. Ülkede enflasyon tavan yapmış ve % 120’lere fırlamıştı.
14 Ekim 1979 tarihinde Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme ve 5 ilde de Milletvekili ara seçimi yapıldı. Bu seçimde AP % 54.33 oranında oy alarak 33 senatörlük ve Konya, Manisa, Edirne, Muğla ve Aydın’daki tüm milletvekillerini almıştı. Bu seçimde CHP 12, MSP 4 ve MHP 1 senatörlük elde etmişlerdi. Bunun üzerine 16 Ekim 1979’da Bülent Ecevit “Milletin iradesi AP yönünde tecelli etmiştir” diye istifa etti ve hükümeti kurma görevi yeniden Süleyman Demirel’in üzerinde kaldı.

AP Azınlık Hükümeti ve 12 Eylül Darbesi:

 
Süleyman Demirel daha önceki MC tecrübelerinden yola çıkarak “Azınlık Hükümeti” kurmak için MSP ve MHP’den güvenoyu istedi. Onlar da “Ecevit’i istifaya zorlayan anarşi, terör ve ekonomik bunalımların altından AP azınlık hükümeti kalkamaz ve CHP gibi başarısız olur. Bu fırsatı ona vererek siyasi istikbalini söndürelim. Bu Demirel’den başka şekilde kurtulamayız” düşüncesi ile hükümete girmeden parlamento desteği vermeyi kabul ettiler. Böylece Süleyman Demirel 12 Kasım 1979’da AP azınlık hükümetini kurdu. Bu hükümet 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar tam 9 ay görev yaptı.
AP azınlık hükümeti 25 Kasım 1979’da güvenoyu alarak görevine başladı. AP azınlık hükümeti DPT’nin başına Turgut Özal’ı getirdi ve almış olduğu 12 Ocak 1980 Ekonomik kararları ile 100 gün içerisinde enflasyonu kontrol altına aldı ve yoklukları, kuyrukları ve kıtlıkları kaldırdı. Buna karşın Ocak ayı içinde TSK tarafından ordu adına Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e “Anayasal Kuruluşların bir araya gelmeleri için” bir uyarı mektubu verildi. Cumhurbaşkanı bu mektup ile ilgili olarak Başbakan Süleyman Demirel’i kabul ederek bilgi istedi. Demirel mektubun muhatabının kendisi olamayacağını ifade ederek kabul etmedi. Henüz bir aylık bir hükümetin hiçbir meseleden sorumlu tutulamayacağını belirtti.
1980 yılında da anarşi ve terör can almaya devam etti. Eski başbakanlardan Nihat Erim, Tekel Bakanı MHP’li Gün Sazak ve Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türker gibi önemli kişiler suikastlarla öldürüldü.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi dolunca Süleyman Demirel vekâleten İhsan Sabri Çağlayangil’i teklif etti ve meclis kabul etti. 114 tur oylama yapılmasına rağmen yeni Cumhurbaşkanı seçilemedi. Meclis ve AP hükümeti içerden dışardan sıkıştırılmaya çalışılınca Demirel meclisten güvenoyu istedi. 2 Temmuz 1980 tarihinde yapılan Güven Oylamasında 214 ret oyuna karşı 227 oy ile güven tazeleyerek bir takım oyunları boşa çıkardı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ile anlaşarak “Erken Seçim” yapılması ve yeni Cumhurbaşkanının bu yeni meclis tarafından seçilmesini önerdi ise de kabul ettiremedi. Bülent Ecevit bir türlü diyaloga yanaşmıyordu. Cumhurbaşkanı vekili İ. Sabri Çağlayangil’in liderleri bir araya getirerek çözüm araması da fayda vermedi. Anarşi ise gittikçe tırmanıyordu. MSP’nin Konya’da yaptığı miting ve çıkan olaylar da işin tuzu biberi oldu. Ordu “Anarşi ve İrtica” bahanesi ile 12 Eylül 1980 tarihinde darbe yaparak meclise el koydu.
12 Eylül Askeri hareketi AP Hükümetinin görev yapmasına ve çalışmasına engel oldu. Anayasa’yı yürürlükten kaldırdı. Meclisi kapattı. Partileri, Sendikaları, Dernek ve Vakıfları kapatarak çalışmalarına son verdi. AP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı 11 Eylül gecesi evinden alarak Çanakkale’de bulunan Hamzakoy’a sürgüne gönderdi. Ekim 1981’de AP kapatıldı ve mal varlıklarına el konuldu ve hazineye devredildi.
Türk siyasi hayatına 1946 yılında başlayan DP’nin devamı olan AP’de askeri bir darbe ile siyasi hayattan uzaklaştırıldı. Bunun tek bir sebebi vardı. O da DP’nin devamı olması idi. Anarşi, Terör ve Ekonomik istikrarsızlık olsaydı CHP yüz defa daha ihtilali hak etmişti. Ama O Cumhuriyetin kurucusu ve Atatürk devrimlerinin muhafızı olduğu için ihtilalciler devamlı onu korunmuşlar, hatta ihtilali “Atatürk İlke ve İnkılâplarını ihlal etmek, devrimlerden uzaklaşmak ve Atatürkçü yoldan ayrılmak” bahanelerine bina edilmiştir. Bunun suçlusu da elbette CHP değil, DP ve AP olacaktı. Bunun için darbeler AP’yi iktidardan uzaklaştırmak için yapılacaktı. Ve öyle oldu.
AP daima Demokrat Parti’nin (DP) devamı olduğunu vurguladı ve adaylarını hep Demokratları aday gösterdi. Menderes’e ve icraatlarına daima sahip çıktı ve felsefesini savundu. Sağ kanatta bulunan Nurcuları ve cemaatleri savunduğu için liberaller ve Atatürkçüler tarafından devamlı tenkide uğradı.
Atatürkçü CHP’liler ve ihtilalciler DP’yi bölmek için Milliyetçi ve dindar görünen Fevzi Çakmak ve arkadaşlarına Millet Partisi’ni (MP) kurdurarak DP’yi siyasi olarak bölmeye çalıştıkları gibi cemaatlerin, tarikatların ve dindarların oylarını AP’den koparmak için Erbakan’a MSP’yi kurdurmuşlardır. MP Daha sonra 1960 darbesinin baş mimarı olan Alparslan Türkeş tarafından Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) dönüştürüldü ve milliyetçilerin oyları AP’den kopartıldı. Aynı şekilde 12 Mart Muhtırası sonrası ihtilalci Muhsin Batur ve Turgut Sunalp tarafından Erbakan İsviçre’den getirilerek dindar görünümlü siyasal İslamcı MSP kurdurulmuştur. Bu defa cemaat ve tarikatçıların oyları AP’den MSP’ye yönlendirilmiştir. Ayrıca DP ve AP’nin açtığı İmam-Hatip Liseleri, İslam Enstitüleri ve Kur’an Kurslarında okuyanlar siyaseten kasıtlı olarak MSP’ye yönlendirilmiş ve din siyasete alet edilmiştir. Bu da yine Atatürkçü ihtilalcilerin CHP’yi iktidar yapmak için kurdukları planın bir parçasıdır.